25 Ocak 2015 Pazar

Hangi birini düzelteceksin?..


Bir sohbet esnasında adamın biri, toplulukta bulunanlara demiş ki,
“Bir keşiş, deniz kenarında, tam kızını kurban edeceği sırada Mikail adlı melek gökten bir keçi getirdi...”
Sohbette bulunanlardan biri, dayanamayıp patlamış:
“Be adam” demiş;
“Şu söylediklerinin hangisini düzelteyim?.. 
Bir kere; o kişi, keşiş değil, Hz. İbrahim Peygamber idi!.. Orası, deniz kenarıdeğil, dağlık arazi idi...
Kızını değil, oğlu İsmail’i kurban edecekti... Meleğin adı Mikail değil,Cebrail Aleyhisselam idi... Gökten inen de keçi değil, koç idi!”

24 Ocak 2015 Cumartesi

Şükret


Cemal Temel'e:
- Ula Temel, turumum çok kötü. Gırtlağuma kadar porç içindeyum.
- Uyy Cemal! Şüçret çi poyun çısa.

Firar


Ufak bir suçtan hapse giren Temel’in koğuş arkadaşı sık sık doktora gitmektedir. Adam doktora her gidişinde bir uzvu kesilmektedir.  Bir gün bacağı, bir gün eli, bir gün kolu.. Son gelişinde Temel arkadaşına gülerek takılır:
- Uy hemşerum sanma ki anlamayrum. Bağa kalırsa sen kısum kısum firar edeysun. 

Alıştıra alıştıra


Gurbetten dönen Dursun'u kardeşi Temel karşılamış. Hoşbeşten sonra Dursun 
-"Eee benim canım kedim Pamuk ne alemde? diye sormuş. Temel 
-"Senin kedi öldü." deyince 
Dursun üzüntüden donakalmış. Kendine gelince sitemle konuşmuş:
- Ula sen ne kalpsiz bi adamsın. İnsan alıştıra alıştıra söyler kötü haberi. Senin kedi bi gün çatıya çıktı. İndiremedik. İtfaiye çağırdık. İtfaiye kurtaracakken damdan düştü öldü falan der. Neyse.. 
Eee? Babam nasıl? Temel; 
- Babam bi gün çatıya çıktı.


Orjinal bir isim

- Hocam bir erkek çocuğum oldu adını ne koyalım. Değişik olsun adı ama?
- ALLAH, salihlerden etsin. Adı Muhammed olsun.
- Yok, hocam o isim olmaz, başka?
- Ahmet olsun o zaman.
- Yok hocam, orijinal bir isim olsun.
- Nasıl orijinal olsun?
- Kur’an’da geçsin ama kimsede olmasın.
Hoca sinirlenir içten içe;
- Ee, Firavun olsun o zaman, hem Kur’an’da geçiyor hem kimsede yok.

Üvey baba ilgisi


Fadime’nin kocası öleli iki yıl olmuştu. Bir gün akrabalarından biri ziyaretine gelir.
- Kız Fadime, gel seni evlendirelim. Evde bir erkeğin olması daima iyidir.
- Aman abla, bu yetişkin oğlanla beni kim alır?
- Öyle söyleme. Balıkçı İdris’in karısı öleli beş yıl oldu. Bugünlerde yeniden evlenmek istediğini söylüyormuş.
Araya girenlerin gayreti ile Fadime ile İdris, sade bir düğünle evlenirler. Aradan bir süre geçtikten sonra küçük Temel’e yolda rastlayan amcası:
- Temel, nasılsın? Üvey babanla aran iyi mi?
Küçük Temel:
- İyidir amca. Sağ olsun, benimle çok ilgileniyor. Her gün balığa çıkarken beni de yanında götürüyor. Kıyıdan bir hayli açıldıktan sonra yüzme öğreneyim diye beni denize atıyor.
- Peki, öğrenebildin mi bari?
- Öğrenmez olur muyum. Denizde beni bırakıp gittiği için her seferinde kıyıya kadar yüzmek zorunda kalıyorum.
- Peki, zor olmuyor mu?
- Yok. O kadar zor olmuyor. Ama ağzı bağlı çuvaldan dışarı çıkmakta bir hayli zorlanıyorum.

4 Ocak 2015 Pazar

Kime yaranacaksinki?


Nasrettin Hoca’mız müthiş deha sahibi bir arif...
Bir gün oğluyla gidiyorlarmış. Kendi eşeğin üstünde oğlu eşeğin yularından tutmuş, yaya...
Yolda biri rastlamış, manzarayı görünce, dayanamamış: “Hale bak, diye söylenmiş, koskoca adam eşeğin üstünde, çocuk yürüyor.” Baba oğul yer değiştirmiş. Onlara rastlayan biri: “Şu hale bakın, demiş, genç adam eşeğe binmiş, yaşlı başlı adam yaya yürüyor.” Bu sefer o da eşekten inmiş, ikisi de yürümeye başlamış. Onları bu halde gören biri: “Fesuphanallah, eşeği boş bırakmışlar, kendileri yürüyor” diyerek şaşkınlığını bildirmiş. Bunun üzerine ikisi birden eşeğe binmiş. Durumu gören biri: “İnsanda biraz insaf olmalı, diye başını gözünü sallamış, şu hayvancağızın sırtına iki kişi birden nasıl biner!” Artık ne yapacağını bilemeyen Hoca, oğlunu dürtmüş: “Başka çare yok, eşeği biz sırtlayacağız” demiş ve eşeği sırtlayıp yürümeye başlamışlar. Yolda karşılaştıkları kişi: “Allah akıl fikir versin, demiş, eşek onları taşıyacağına onlar eşeği taşıyor...”

1 Ocak 2015 Perşembe

O `Henry nin hikayesi

Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir sent eksik, ne bir sent fazla!.. Bunun da altmış senti penniden ibaret ufaklıktı. Bu pennileri teker teker bakkal, kasap, manavla çekişe çekişe pazarlık ederek ve her defasında satıcıların cimrilik isnatları karşısında utancından kıpkırmızı kesilerek biriktirmişti. Della paraları üç defa saydı.
Bir dolar seksen yedi sent, o kadar! Halbuki ertesi gün Noel'di.
Kendini odadaki partal divanın üzerine atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka çare yoktu.
Della da böyle yaptı.
Della'nın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman! Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane!
Aşağıda antrede, içine tek bir zarf sığdırmaya imkan olmayan bir mektup kutusu ile ölümlü bir elin asla çaldıramayacağı bir zil vardı. Kapıda da "Mr. James Dillingham Young" ismini taşıyan bir kart asılı idi.
Mr.James Dillingham eve geldiği vakit size evvelce Della diye takdim ettiğimiz karısı kendisine "Jim" diye hitap eder, boynuna sarılarak onu bağrına basardı.
Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı. Pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki bulut rengi bir parmaklık üzerinde yürüyen bulut rengi kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Noel'di. Jim'e bir hediye alabilecek yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu pennileri aylardan beri birer birer biriktirmişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görüyordu. Haftada yirmi dolara pek bir şey yapmaya imkan yoktu.
Masraf umduğundan fazlaya çıkıyordu. Zaten her zaman öyle olur!.. Şimdi Jim'e hediye alacak yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak bir çok mesut anlar yaşamıştı. Güzel, nadir, parlak bir şey, Jim'e ait olmak şerefi ile az çok mütenasip bir hediye.
Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü.
James Dillingham Young Ailesi'nin iftihar ettikleri iki şeyleri vardı. Birisi Jim'in babasından intikal eden ve aslında büyük babasına ait olan altın saat, diğeri ise Della'nın saçları idi.
Apartmanın hava deliğinin karşı tarafında Saba Melikesi otursaydı Della, kraliçenin mücevherlerini kıymetten düşürmek kastiyle, o güzel saçlarını pencereden dışarı sarkıtırdı. Hazreti Süleyman apartmanın kapıcısı olsa ve bütün servetini, elmaslarını, bodrumda bulundursaydı, Jim ihtiyarı kıskandırıp hasetle sakalını kaşıttırmak için önünden her geçişinde cebindeki saati çekip bakar gibi yaparak gösterirdi.
Della'nın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve bir elbise gibi vücudunu örttü. Bununla beraber Della, saçlarının uzun müddet böyle kalmasına müsaade etmedi. Sinirli ellerle hemen topladı. Bir aralık bir an için durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir iki damla gözyaşı aktı.
Della, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi, eteklerini savurarak kapıdan fırladı.
Merdivenleri inip sokağa çıktı. "Mm. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresini taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede kendini yukarıda buldu. İriyarı, süt beyaz, soğuk bir kadın olan Madam Sofronie'ye nefes nefese:
- Saçlarımı alır mısınız? diye sordu.
Madam:
- Saç alırım ama şapkanı çıkar da bir bakalım, cevabını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi.
Madam, saçları pişkin bir alıcı eli ile bir yokladıktan sonra.
- Yirmi dolar, dedi.
Della:
- Peki. Derhal, cevabını verdi.
Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üstünde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu.
Edebiyat bertaraf, Jim için istediği hediyeyi bulmak arzusu ile dükkanların altını üstüne getiriyordu.
Nihayet bulabildi. Hasseten Jim için yapılmış bir şey? Dükkan dükkan gezmiş, hiçbirinde buna benzer bir şey görmemişti.
Platin bir saat zinciri. Kıymeti, fazla gösterişli süslerde değil, deseninin sadeliğinde ve kibarlığında idi.
Bütün iyi şeyler böyle olmalıdır.
Zincir Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Della ilk nazarda kararını verdi. Zincir tıpkı Jim gibi idi.
Gösterişsiz, fakat kıymetli. Kocasını da, zinciri de aynı şekilde tarif etmek mümkündü, yirmibir dolar verdi.
Bu zinciri taktıktan sonra Jim artık, saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi.
Halbuki, şimdi o emsalsiz saate, bir kayışa asılı olduğundan hep gizleyerek bakıyordu.
Eve avdet ettikten sonra Della'nın sarhoşluğu biraz geçti. Aklı başına gelerek ihtiyatlı hareket etmeyi düşündü. Saç maşalarını çıkartarak hava gazını yaktı. Ve aşkla cömertliğin birleşmesinden doğan tahribatı tamire koyuldu. Sayın dostlar, burun kıvırıp geçmeyin. Bu her zaman muazzam bir iştir. Müthiş bir iş!.
Kırk dakika zarfında saçları mektep kaçağı bir çocuk kafası gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Della aynadaki aksini tenkitçi bir nazarla uzun uzadıya dikkatle seyretti.
Kendi kendine:
- Jim bu halimi görüp de ilk bakışta öldürmezse iyi. Tiyatro kızlarına benzetecek ama ne yapayım. Bir dolar seksen yedi sentle ne alınabilirdi ki, dedi.
Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Tava da sobanın arkasına yerleştirilerek ısıtılmış olan pirzolaları kızartmak üzere hazırlanmıştı.
Jim, hiç geç kalmazdı. Della zinciri avucuna alarak kapının yanındaki masanın başına oturdu.
Kocasının, merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu. Gündelik, en basit şeyleri için dua etmeyi adet etmişti.
- Büyük Allahım! Yalvarırım sana, ne olur, saçlarımı beğendir, diye mırıldandı.
Jim kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı.
Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Zavallı henüz yirmi iki yaşında, aile yükü taşıyordu. Yeni bir pardesüye ihtiyacı vardı, ellerinde eldiven yoktu.
Odaya koku almış bir av köpeği gibi etrafına kayıtsız bir halde bakınarak girdi. Gözleri Della'ya dikilmişti. Della bu dik nazarların manasını anlamayarak korktu. Bu nazarlar ne hayret, ne hiddet, ne dehşet, ne beğenmemezlik, yani genç kadının hazırlandığı hislerden hiçbirini ifade etmiyordu.
Jim, yüzünde o garip ifade ile nazarlarını karısına dikmiş sadece bakıyordu.
Della masanın yanından kıvrılarak yaklaştı.
- Jim, şekerim ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip sattım. Noel'i sana hediye almadan geçiremezdim, ölürdüm. Ne olacak yine büyür. Affediyorsun değil mi? Ne yapayım başka çarem yoktu. Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim. Noel'in mübarek olsun de de barışalım. Ne güzel ne hoş bir hediye aldığ-ı mı tasavvur edemezsin, dedi.
Jim zihnini yoracak kadar düşünüp taşındığı halde bir türlü anlayamamış gibi yavaş yavaş:
- Saçını mı kestin, dedi.
Della:
- Kesip sattım. Bu halimi beğenmedin mi?
Eskisi kadar sevmedin mi? Saçsız da yine aynı insan değil miyim, diye yalvardı.
Jim etrafına şaşkın şaşkın baktı. Nihayet aptallaşmış gibi:
- Saçımı kestim mi dedin, diye cevap verdi.
Della:
- Evet, kesip sattım diyorum, diye izah etti.
Yavrucuğum bu akşam Noel! Beni mazur gör, affet. Senin uğruna gitti, deyip ciddi bir tatlılıkla:
- Saçlarımın tellerini saymak belki mümkündür ama sana olan sevgimi ölçmek imkansızdır.
Şekerim, pirzolaları ateşe koyalım mı? diye sordu.
Jim, daldığı rüyadan uyanır gibi oldu.
Della'cığını kollarına aldı, pardesünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı.
- Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi.
Della beyaz parmakları ile kağıdı yırtarak ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyla feryadı basması bir oldu.
Gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Paketten Della'nın Broodway'de bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı.
Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi. Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu. Pahalı olduklarını bildiğinden hiç ümide kapılmadan beğenmiş ve arzulamıştı. Hiç beklemediği olmuştu. Ama ne çare ki pek tamah ettiği bu canım tarakları süsleyecek lüleler gitmişti.
Della nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı.
- Şekerim, saçım pek çabuk uzar, deyip tüyleri tutuşan bir kedi gibi yerinden fırlayarak:
- Ay unutuyordum, diye bağırdı.
Jim alınan güzel hediyeyi görmemişti. Della avucunu açarak sevinçle kocasına uzattı. Bu kıymetli, fakat donuk maden genç kadının ruhundaki ateşin aksi ile parlar gibi oldu.
- Şekerim, güzel değil mi? Bütün şehri altüst ettikten sonra bulabildim. Saatini ver bakalım nasıl yakışacak, dedi.
Jim, Della'nın dediğini yapacak yerde kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı.
- Della sevgilim, Noel hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla. Tarakları almak için saati sattım. Pirzolaları koy bakalım ateşe, dedi. 
....
İsa'ya doğduğu zaman hediye getiren Mecusiler akıllı insanlardı. Noel'de hediye vermek adetini onlar keşfettiler.
Akıllı oldukları için daima uygun hediyeler getirirler ve çift olanları değiştirirlerdi.
Birbirleri için en kıymetli şeylerini feda eden iki akılsız gencin bir vakasını hikaye ettim.
Fakat bugünün akıllı gençlerine şunu hatırlatmak isterim.. Bu iki gencin birbirine verdikleri hediyeden daha uygunu olamazdı. Alıp verilen armağanlar arasında bunlarınkinden daha uygunu yoktur. Günümüzün hakikaten kıymetli insanları işte bu gibilerdir.

ÇINGIRAKLI KADI



Vakt-i zamanında; adamın biri, kendisine tavsiye edilen bir “kadın”la birleştirmiş hayatını... Olacak bu ya, kadın “huysuz” çıkmış... 
Boşanmışlar... 
Yeniden evlenmiş... 
Adamın kısmetine bakın ki, o da “ahlâksız” çıkmış.
Onu da boşamış.
Karar vermiş: “Bundan sonra evlenmeyeceğim!”
Ne var ki; eş-dost “Olmaz” demiş;
“Ömür boyu böyle kalamazsın!”
Uzatmayalım; ikna etmişler adamcağızı... Tavsiye üzerine evlendiği bu hanım da, “hassas” mı hassasmış!..
Hem de, “anormal” derecede!..
Öyle ki;
Evin önündeki ağaca bir “kuş” konsa, “Belki erkek kuştur, beni görmesin!”deyip, hemen örtünür, yüzünü çevirirmiş ağaçtan!
Anormal de olsa, adamcağız memnunmuş hayatından!..
Öyle ya;
Birincisi ve ikincisinden ağzı yanmış... Üçüncüsü; “aşırı” da olsa, hiç olmazsa “hassasiyet” gösteriyor “namus”una!..
Uzun süre böyle devam etmiş...
Amma!...
Bir gün; hem de yakın dostlarından biriyle “aldatıldığını” görünce, bütün hayalleri alt üst olmuş, dünyası kararmış adamcağızın...
“Ben artık buralarda kalamam, insanların yüzüne bakamam!” deyip, düşmüş yollara.
... VE, ÇINGIRAKLI KADI!
Gide gide, Bağdat’a varmış yolu... 
Orası senin, burası benim diye sokak sokak dolaşırken,“ayağında çıngırak”olan bir adam görmüş.
Merak edip sormuş birine... 
Demişler ki;
“Bu zâta Çıngıraklı Kadı derler... Anormal derecede hassas biridir... Ayağında çıngırakla dolaşıyor ki, yolu üzerindeki böcekler ve karıncalar kaçışsın ve ezmesin onları!”
Bunu duyunca, adamcağızın içine bir kurt düşmüş ama, yine de sesini çıkarmamış.
Epey zaman geçmiş aradan... 
Bir gün, “tellâl”lar bağırmaya başlamış meydanlarda:
“Ey ahali, duyduk-duymadık demeyin!.. Saraya dadanan bir hırsız var... Sarayı yağmalayan bu hırsızı bulana mükâfat verilecektir!”
Hikâyemizin kahramanı adam da, müracaat etmiş ilgililere... “Ben bulurum o hırsızı!” demiş... 
Götürmüşler saraya... 
İki-üç gün sonra, açıklamış hırsızın kimliğini:
“Hazineyi soyan adam, Çıngıraklı Kadı’dır!”
“Nereden çıkardın” demişler;
“Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?.. Senin ‘Hırsız’ dediğin zat, mübarek bir zâttır!.. O zat ki; karıncaları ve böcekleri ezmemek için ayağında çıngırakla dolaşır!.. Böyle mübarek bir zâta, hiç iftira atılır mı?.. Eğer ispat edemezsen, şuracıkta uçururuz kelleni!”
ÇINGIRAKLI KADI’YA SUÇÜSTÜ!
Adamcağız, “Tamam” demiş;
“Ama siz de Çıngıraklı Kadı’yı sıkı takip edin!.. Saraya girdiğinde nereye gittiğini ve orada ne yaptığını gizlice takip edin!.. Kendisine kapıları hangi adamlar açıyor, ona kimler yardım ve yataklık ediyor, adım adım izleyin!”
Saray görevlileri, adamın dediğini yapmışlar ve birkaç gün içinde; hemÇıngıraklı Kadı’yı, hem de “yardım ve yatakçıları”nı “hazine dairesi”nde“suçüstü” yakalamışlar!..
Gerçekten de; “sarayın hazinesi”ni soyan Çıngıraklı Kadı’ymış!..
Görevliler merak edip, sormuş;
“Biz aylardır arayıp da bulamazken, sen, iki-üç günde nasıl buldun hırsızı?”
Adamcağız, başlamış anlatmaya:
“Hiç sormayın!.. Benim bir karım vardı... O kadar hassastı ki, erkek kuş konmuş olabilir diye, ağaçlardan bile sakınırdı kendini... Sonra, birisiyle yakaladım onu!..
Çıngıraklı Kadı’yı görünce de, bu anormal hassasiyetin altında bir ahlâksızlık olduğunu düşündüm!