24 Aralık 2016 Cumartesi

Muhbirlik

Bir zamanlar Memleketin birinde bir Başkan vardı. Bir zamanlar memleketin birindeki bu Başkan'ın özelliği, memleketi muhbirlerle doldurmuş olmasıydı. Memleketteki nüfusun her üç kişisinden birisi profesyonel muhbirdi. Geri kalan nüfusun yarısından çoğu da amatör muhbirdi.

Profesyonel ve amatör muhbirlerden başka gönüllü muhbirler de vardı. Profesyonel, amatör, gönüllü muhbir olmayanlardan çoğunun da hobisi muhbirlikti. Başkan, bu denli çok muhbiri de yeterli bulmadığından dış ülkelerden de uzman ve danışman muhbirler getirmişti.

Bu denli çok olunca, muhbirler, muhbir olmayanları ihbar etmekle yetinmiyorlar, görevlerini yapmak, aldıkları parayı hak etmek ve alışmış olduklarından boş durmadıkları için, boyuna birbirlerini ihbar etmekle de görevseverliklerini gideremiyorlar, boş zamanlarını değerlendirmek için, kendikendilerini bile ihbar ediyorlardı. Yaranmak için kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi yavruları gibi, biçok muhbirler, her adım atışta geriye dönüp, kendi ayak izlerine kuşkuyla bakıyorlardı.

Kendi ayak izlerinden kendilerini izleyip kovalayanlar çoktu. Geceleri karanlıkta, kendi ceketinin eteğini yakalayan, kendi pantolonunun paçasını kapan muhbirler bile vardı. Geceleri uyurlarken kendi çıkardıkları horultunun yada arka sesin gürültüsüyle uyanıp yataklarından fırlayarak, tüfek yada top patlıyor diye ihbarda bulunanlar çok oluyordu.

Yakalamak için kendi gölgelerinin arkasından koşarlarken kafalarını duvarlara çarpan muhbirlere bile başarı ödülü verildiğinden, kendi gölgelerini kovalayanlar gittikçe artıyordu. Aynalarda, durgun sularda, parlak yüzeylerde yansıyan kendilerini ihbar edenler de vardı.

O ülkede muhbir olmayan hemen hemen hiç kimse kalmamıştı. Hemen hemen kalmamış sayılan o azıcık kimseler, bunca profesyonel, bunca amatör muhbirlere, hobileri muhbirlik olanlara, yerli, yabancı uzman ve danışman muhbirlere karşın, yine de Başkan'a başkaldırıyorlardı. Topla, tüfekle değil elbet... Gösterileriyle, toplantılarla da değil elbet... Öyleyse nasıl mı? Sayıları çok azalmış muhbir olmayan o azıcık insanlar, sevmedikleri Başkan'ın aptallıkları üstüne durmadan alaylı, gülünçlü fıkralar uydurarak, Başkan'a karşı geliyorlar, başkaldırıyorlardı. Bu fıkralar toplumda öyle tutulmuştu ki, durmadan üretilerek çoğaltılıyor, ağızdan ağıza bütün ülkede söyleniyordu. Yalnız ülke içinde kalmıyor, bütün dünyaya da yayılıyordu. Bu muhbirler bile kendilerini tutamayıp, Başkan düşmanlarının uydurdukları bu fıkraları birbirlerine anlatmadan edemiyorlardı.

Halktan kimisi, Başkan'ın aptallığını anlatan yeni fıkra uyduruldukça, Başkan'ın ulusa kaça mal olduğunu hesap ediyordu. Başkan'ın o zamana değin aldığı aylıkların, yıllıkların, yollukların, ödeneklerin toplamını, onun için çıkarılan fıkraların sayısına bölünce, Başkan'ın maliyet fiyatı ortaya çıkıyordu. Başkan'ın maliyet fiyatını ucuza getirmek için halk durmadan yeni fıkralar uyduruyordu. Her fıkra, şu kadar milyon liraya gelmiş oluyordu. Durum böyleyken, halk yine de bu Başkan'dan memnundu. Hiç olmazsa, halkı güldürecek fıkraların uydurulması gibi bir işe yarıyordu. Daha öncekilerin böyle bir yararı bile olmamıştı.

Bir zaman sonra Başkan'ın aptallığını anlatan alaylı fıkralar o denli çoğalmıştı ki, bağırıp çağırmaların, yazıp çizmelerin, toplanıp yürümelerin, gizli örgütlerin, şiddetli muhalefetlerin, silahlı ayaklanmaların yapamadığı işi bu fıkralar yapmaya başlamıştı. Güldürücü, alaylı fıkralar, göze görünmeyen mikropların, içine girdikleri bedeni kemirip çürütmesi gibi, yalnız Başkan'ı değil, Başkanlık makamını da içinden çürütüyordu.

Bu durum karşısında elbet muhbirler görevlerini yapmadan duramazlardı. Alaylı fıkraların daha önceden ihbar edilmeyişlerinin nedeni, alaylı fıkradaki aptallıkların Başkan'ı anlattığını söylemenin güçlüğüydü. Bu fıkralarda anlatılan aptallıkların Başkan'ın davranışları olduğu, bu alaylı fıkraların Başkan'ı anlattığı, nasıl söylenebilirdi? Ama fıkralar öylesine yayılmış, gündengüne öyle üreyip çoğalmıştı ki, bir yolunu bulup Başkan'a da bu fıkraları anlatmaktan başka umar kalmamıştı. Fıkralarda, Başkan'la alay edildiği o denli açıktı ki, elbet Başkan, bu fıkralarda kendisiyle alay edildiğini anlar, kızar, bu fıkraları uyduranların ağır cezalara çarptırılmalarını isterdi. Bu tür fıkraları anlatmak da yasaklanırdı.
Muhbirler piramidinin tabanındaki aylıkları en az olan muhbirler, halk arasından topladıkları bu fıkraları, üstleri olan muhbirlere sunmuşlardı. Onlar da daha üst basamakta olan muhbirlere bildirmişlerdi. İşte böyle, söz konusu olan fıkralar Muhbirbaşı'nda toplanmıştı. Muhbirbaşı, uygun bir zamanını kollayıp, bir gece sarayda, ileri gelenlerle söyleşip gülüşürlerken, bu fıkralardan birini anlatmıştı. Muhbirbaşı fıkrayı anlatınca, Başkan öyle bir kahkaha savurdu ki, demek gülünmesi gerekir diyerek, öbürleri de kahkahaları bastılar. Bu ne hoşgörülü Başkan'dı ki, kendisiyle alay edilmesine bile gülüyordu. Başkan,

- Bunun gibi alaylı başka fıkralar da var mı? diye sordu. Muhbirbaşı,
- Var efendimiz... deyip arka arkaya fıkraları anlattı. Güle güle Başkan'ın gözünden yaş geldi. Neredeyse gülmekten katılacaktı. Muhbirbaşı'na,
- Doğrusu, dedi, bu anlattıkların çok gülünçlü fıkralar. Benim başyardımcımın aptallıklarını ne de iyi belirtiyor. Adamın kulağına giderse ayıp olur. Aptal maptal ama, ne de olsa benim yardımcımdır, duymasını istemem.

Başkan böyle söyledi ama, yine de bu fıkraların sıksık kendisine anlatılmasını istiyor, Başyardımcısının aptallıklarına katıla katıla gülüyordu.
Muhbirbaşı, kimin çıkardığı bilinmeyen bu yıkıcı fıkraların bütün Başkanlık makamını, bu arada kendi yerini de çürütüp yıkacağını düşünerek, bunları Başyardımcıya anlatmayı düşündü. Başyardımcı, elbet kendisiyle alay edildiğini anlar, bu tür fıkraların uydurulmasını yasaklardı. Uygun bir zamanını kollayıp Başyardımcının konağında o fıkralardan birini anlattı. Başyardımcı, öyle güldü ki, orda bulunanlar da kahkahaları bastılar.

- Bunun gibi daha başka fıkralar da var mı? diye sordu. Muhbirbaşı,
- Çoktur efendim... deyip öbür fıkraları da anlattı. Güle güle Başyardımcının gözlerinden yaşlar boşandı.
Başyardımcı,

- Gerçekten, çok gülünçlü fıkralar, dedi, üstelik bizim Başbakan'ın aptallıklarını da çok iyi ortaya koyuyor. Gelgelelim, adamın kulağına giderse ayıp olur. Aptal maptal, ne de olsa bizim Başbakanımızdır. Kendisiyle alay edildiğini duymasını istemem.
Muhbirbaşı ille de görevini yapmak istediğinden bir uygun zamanını bulup, başka çağrılıların da bulunduğu bir gece, o fıkraları Başbakan hazretlerinin konağında anlattı. Başbakan hazretleri kasıklarını tuta tuta güldükten sonra,

- Çok, çok güzel alaylı fıkralar bunlar, dedi, bizim İçişleri Bakanı'nın aptallıklarını da ne iyi anlatıyor. Ne var ki, adamın kulağına giderse ayıp olur. Aptaldır, maptaldır ama, ne de olsa aynı yerde görev yapıyoruz, duymasını istemem.

Muhbirbaşı, yine de punduna getirip o fıkraları İçişleri Bakanı'na anlattı. İçişleri Bakanı, kahkahalarla gülerek, fıkraların Maliye Bakanı'nın aptallıklarını açığa vurduğunu söyledi. Son olarak fıkraları anlattığı bir Bakan, neredeyse gülmekten çatlayacaktı:

- Aman ne güzel alay etmişler bizim genel müdürle, dedi, ama adamın kulağına giderse ayıp olur, duymasını istemem...
Genel müdür, Muhbirbaşı'ndan dinlediği aptallık fıkralarına öyle güldü ki, neredeyse bayılacaktı:
- Ay, aman ne hoş fıkra bunlar, dedi, hem de bizim falanca dairemizin müdürünün aptallıklarını ortaya koyuyor. Ne olursa olsun, yine de duymasını istemem. Adamın kulağına giderse ayıp olur.
Muhbirbaşı, fıkraları falanca dairenin müdürüne anlattı. Falanca dairenin müdürü de kahkahalarla gülerek, yardımcısının aptallıklarıyla alay eden bu fıkraları, onun duymasını istemediğini söyledi:

- Ne de olsa bizim yardımcımızdır, kulağına gitmesini istemem... Muhbirbaşı'ndan fıkraları dinleyen falanca dairenin müdür yardımcısı ise, bu fıkraların şube müdürü için çıkarıldığını söyleyip,
- Evet, aptalın tekidir ama, ne de olsa şubemizin müdürüdür, duymasını istemem... dedi.

Şube müdürü ise, Muhbirbaşı'ndan duyduğu fıkraları, kısım şefinin aptallıklarıyla alay için uydurulduğunu söylüyordu. Kısım şefi, fikraları dinlediği Muhbirbaşı'na kahkahalarla gülerek, bunların olsa olsa ancak dairede çalışan, baremin en alt basamağındaki bir memur için uydurulmuş olabileceğini söyledi.

Muhbirbaşı'nın bütün istediği, fıkrayı anlattıklarından birinin olsun, bunların kendisi için uydurulduğunu sanıp kızmasıydı. Çünkü herhangi biri kızarsa, Başkan başta olmak üzere Başbakan ve Bakanlar ve onlardan sonraki ileri gelenler bu aptallık fıkralarına hedef olmaktan kurtulacaklardı.
Muhbirbaşı söylenilen dairedeki baremin en alt basamağındaki dargelirli memura aptallık fıkralarını anlattı.

Memur gülmedi. Bu fıkraları dinleyip de gülmeyen ilk insan oydu. Gülmek şöyle dursun, Muhbirbaşı arka arkaya fıkraları anlattıkça rengi uçtu, sarardı. Sağına soluna baktı, kimse yok... Arkasına bakındı kimse yok... Muhbirbaşı'na titreyen bir sesle:

- İnanın bu fıkraları ilk sizden duyuyorum... dedi.
Muhbirbaşı, geniş bir soluk aldı. Bu alaylı fıkraların kimin için uydurulduğu anlaşılmamış ama, hiç olmazsa en sonunda fıkraları uyduran suçluyu yakalamıştı.


Aziz Nesin

Essegin madalyasi...


“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir memlekette açlık ve yoksulluk baş göstermiş. Bir zamanlar bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar. Padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. Çığırtkanlar Padişah fermanını şöyle bağırırlarmış: 

- Ey ahali!.. Duyduk duymadık demeyin! Her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa, koşup saraya gelsin! Padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!.. 

İnsanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup, Padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler.
Padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış. Birinci dereceden altın yaldızlı nişan, ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan, üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan, dördüncü dereceden demir nişan, beşinci dereceden kalaylı nişan, altıncı dereceden çinko nişan, yedinci dereceden teneke nişan... Gelen giden nişan alıyormuş. 


Padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de, 
- "Nişan asıl benim hakkım!" diyerek bir nişan almayı aklına koymuş.

Açlıktan bir deri bir kemik inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş. Kapıcıbaşıya,
- Padişaha haber verin! demiş. İneği huzuruna kabul eden Padişah: 
- Böğür bakalım, ne böğüreceksin?... diye sormuş, 

İnek de:- Sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum.
Padişa:,
- Hangi hakla? diye bağırmış. Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?... 
O zaman inek, 
- Efendimiz! bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? Ben daha insanlara ne yapayım? Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. Gübremi bile bırakmaz kullanırsınız. 
Padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş. İneğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş.
Boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.
Katır:

- Nedir bu sevincin? Nereden gelirsin böyle?
İnek herşeyi bir bir anlatmış. Padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş. O coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış.
- Padişahımız efendimizi göreceğim!.. demiş.
Padişah,:

- gelsin bakalım, katır kulum da... demiş.
Katır huzura varınca, el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş Padişah sormuş:
- Sen ne yaptın ki nişan istiyorsun? 
- A hünkarım, savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim? Barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim? 
Katırı da haklı bulan Padişah,
- Katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin!... diye ferman eylemiş.
Katırda bir sevinçle saraydan dönerken eşekle karşılaşmış. Eşek,
- Nereden gelip, nereye gidersin? Katır başından geçenleri anlatınca,
- Dur öyle ise, padişahımıza gider, bir nişan da ben alırım!.. diye dörtnala saraya koşmuş.
Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, ama eşeki kabul buyuran Padişah:
- Ne dilersin ey eşek kulum?.. deyince,
Eşek de dilediğini bildirmiş. Padişah, canı burnuna gelip kükremiş:
- İnek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. A eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin? Söyle, ne halt ettin? 
O zaman eşek keyfinden sırıtarak,
- Aman Padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kulların olmasaydı, hiçbir taht üzerinde oturabilir miydin? Saltanat sürebilir miydin? Dua et biz eşek kullarına ki, bizim gibi eşekler var da, sen de böyle koltugunu birakmayip saltanat sürüyorsun

26 Kasım 2016 Cumartesi

Tik tikk

Temel evlenir iki ay geçer ama tık yok,
Haber önce Fadimenin annesine, oradan tüm
mahalleye ve tabii ki Dursunun kulağına gelir. 
İlk karşılaşmada Dursun dayanamaz sorar. 
-Evlilukk nasıl gidey 
Temel 
-İyi gidey
-Ula Nasıl böyle dersun tık yokmuş daha? 
Temel:
-Henüz hiç bir kötülüğünü gormedim ki.

Niye sasurdun?

Temelin ayağında bir teki siyah bir teki beyaz çorabı gören arkadaşı soruyor;-"Gözlerime inanamıyorum bu nasıl çorap ?"Temel: 
-"Inanmayacaksın ama evde bunlardan bir çift daha var!... 

23 Kasım 2016 Çarşamba

Bahane


Kuzuyla kurt bir dere kıyısında karşılaşırlar. Kuzu olacaklardan habersiz, 
‘Günaydın efendim’ der ve 
‘nasılsınız’ diye sorar. Kurt tersler ve 
‘bana kibarlık yapma, seni yiyeceğim’ der. Kuzu saf saf sorar:
 ‘Ama ben size ne yaptım ki?’ 
Kurt bir dakika duraklar, kurtlarla kuzular arasındaki ebedi ve ezeli yiyen, yenilen ilişkisini anlatmaya çalışmasının bir faydası olmayacak, bir bahane uydurur: 
‘Suyumu bulandırıyorsun…’ der. Kuzu bütün samimiyetiyle itiraz eder; 
‘Ama ben suyun alt tarafındayım, sizin suyunuzu nasıl bulandırabilirim?’ 
Kurt, bu yanıta dayanamaz ve son sözünü söyler: 
‘Olsun ben yine de seni yiyeceğim’ 

iki rekat


Bir çobannın sürüsü hastalıktan telef olmaya başlar. Çoban ne yapsa da kar etmemektedir. Nefesi kuvvetli bir Hocaefendi çobana ‘her koyun öldükten sonra iki rekat namaz kıl’ diye öğüt verir. Çoban, sürekli namaz kılmaya başlar. Ama ne yapsa nafiledir. Elde son bir kuzu kalır, çoban da namazdan vazgeçip dertli dertli onu seyretmeye koyulur. Tam o sırada son kalan kuzu oynaşırken, yoğurt bakracını devirmesin mi? ‘Bana bak’ der çoban, 
‘tepinip durma, şimdi iki rekat namaz kılarım, sen de öbür dünyayı boylarsın…

Sapik

Kümesin horozu ihtiyarlamış, artık iş (!) göremez hale gelmiş… Kümesin sahibi de bunun üzerine tutmuş, genç bir horoz satın almış. Genç horoz, mağrur bir edayla adımını kümesten içeriye tam atmış ki, yaşlı horoz önüne çıkmış. ‘Bak’ demiş, ‘artık benim dönemim sona erdi. Bunu ben de kabul ediyorum. Bundan sonra bu kümesin kralı sensin ve benim yerimi sen alacaksın. Gel şu devir-teslim işlemini benim gururumu inciltmeden yapalım!’
Genç horoz, ‘nasıl yani’, deyince, yaşlı horoz devam etmiş: ‘Seninle yüz metrelik bir yarış yapalım. Nasıl olsa sen kazanacaksın… Ama sonuçta, sen yarışı kazanmış biri olarak bu kümesin başına geçersen tavuklar nezdinde itibarın daha da artar.’ Yanıt olumlu olunca yaşlı horoz
; ‘Ama senden ufak bir ricam daha var,’ diye ilave etmiş, ‘bana bu yarışta üç-beş metre avans tanıyacaksın. Yani koşuya ben biraz önden başlayacağım.’ Ve tavukların önünde yarış başlamış. Tam o sırada kümesin sahibi manzarayı görmesin mi? Elindeki tüfeğin tetiğine davranmış; 
‘Ulan bu horoz sapık çıktı!’ diyerek genç horozu vurup öldürmüş.

ÖKüz deyip gecme



Askerliğin on beş sene olduğu yıllarda, Kemalân ailesinden biri asker olmuş. Onu Yemen’e vermişler. Aradan dokuz sene geçmiş. Bunun küçük bir kardeşi de yetişip asker olmuş. Tesadüf bu ya, o da ağabeyinin görev yaptığı bölüğe düşmüş. İki kardeş birbirini tanımadan tam beş sene aynı bölükte görev yapmışlar. Bu arada askerliği on beş seneden beş seneye indiren kanun çıkmış. İki kardeşin de aralarında bulunduğu Yemen ordusunun kıdemi müsait bütün personeli terhis olmuş. Yemen, imparatorluğumuzun en güney ucunda olduğundan, terhis olanların hepsi kuzeye yönelmiş. Yolda Arabistanlılar ayrılmış, bizimkiler devam etmiş; Mısırlılar ayrılmış, bizimkiler devam etmiş; Suriyeliler ayrılmış, bizimkiler devam etmiş; Batı Anadolulular ayrılmış bizimkiler devam etmiş, Doğu Anadolulular ayrılmış bizimkiler devam etmiş… nihayet “Serkuran” denilen ve halen Eyüpler ile Şerifoğulları mahallelerimiz civarında bulunan bir mıntıkaya geldiklerinde ikisi yalnız kalmış. Bu arada orada yaşlı bir öküz görmüşler. Büyük kardeş hemen öküzünü tanımış, hasretle koşmuş, hayvanın boynuna sarılıp gözlerini öperek ağlamaya başlamış. Küçük kardeş de aynı şeyi yapmış. İki kardeş bir süre ağlaştıktan sonra birbirinin farkına varmışlar. Biri demiş ki, 
-“yahu bu öküz bizim, sen niye ağlıyorsun?” Öteki, 
-“Haydi oradan canım, öküz benim!” deyip tartışmaya başlamışlar. Tartışma kızışmış. İş tatsızlığa varmak üzere imiş ki, büyük kardeşin gözü parlamış,
- “yahu, dur bakalım, bu öküz ikimizin ise, biz birbirimizin nesi oluruz?” Öteki
- “o halde biz kardeşiz!..” deyip ağabeyinin elini öpmüş. İki kardeş orada birbirine sarılıp hasret gidermişler.

YAKTIN BENİ

Adamın biri kendine çok güçlü bir büyü yaptırmak istemiş. Tutmuş ülkenin en ünlü büyücüsüne gidip durumunu anlatmış. Ünlü büyücü büyüyü yaptıktan sonra adama şöyle demiş: 
"Bu büyüyü ay ışığında havaya doğru salla, yalnız sallarken sakın aklına dişi tilkinin kuyruğunu getirme." Adam da bunun üzerine 
"Yaktın beni büyücü!" demiş. "Şimdi artık aklımdan hiç çıkmaz ki dişi tilkinin kuyruğu!"

Demirel den anekdotlar

Sami Süleyman Gündoğdu Demirel 1 Kasım 1924 Isparta doğumlu, Türk inşaat mühendisi ve siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti'nin 9. cumhurbaşkanı olup, 1965-1993 yılları arasında da 7 farklı hükümette yaklaşık 12 yıllık bir süreyle başbakanlık yaptı.

Siyaset sürecinde birbirinden önemli hala akla gelince tebessüm ettiren bazı sözler sarf etti. İşte Süleyman Demirel'den inciler.

''Genelevleri kapatalım da, millet bizi mi sevsin?" 

NERESİNİ SIKACAKTIM

60’lı yıllar… Kıbrıs meselesi nedeniyle İngiltere’yle Türkiye’nin arası kötü. Tam da bu sırada Demirel İngiltere’ye ziyarete gidiyor. Dönüşte gazetecilerle arasında geçen diyalog ise şöyle:
-Efendim, neden İngiliz Dışilişkiler Bakanı’nın elini sıktınız?
-Neresini sıkacaktım kardeşim.



BENZİN VARDI DA BİZ Mİ İÇTİK?


Süleyman Demirel’in, zamanında benzin yokluğu hakkında kendisine gazetecilerden yönelen sorulara verdiği efsanevi cevap.
Bu cevap şöyle devam etmiştir: Su mu daha değerlidir benzin mi? Tabii ki su, benzin içilmez ama su içilir.

12 adalar
Demirel Başbakan. 12 ada konusunda Yunanistan ile yine sorun yaşanmış, karşılıklı kılıçlar çekilmiş. Ertesi gün kabine toplanmış ve toplantı uzun saatler sürmüş. Dışarıda gazeteciler merakla yapılacak olan açıklamayı bekliyor:
- Sayın Başbakan, Yunanistan Ege Denizi'nin bir Yunan gölü olduğunu iddaa ediyor. Cevabınız ne olacak?
- Ege bir Türk gölü değildir. Ege bir Yunan gölü de değildir. Ege zaten bir göl de değildir!!!
ÜSTÜNE OTURALIM MI OTURMAYALIM MI?
‘70 sente muhtacız !
Türkiye’de 70’lerin sonunda yaşanan ekonomik krize atfen sarf edilmiştir. Demirel, dış ticaret açığındaki artışı ve döviz darboğazını bu sözle ifade etmiştir.

Ben altı kere gittiysem yedi kere geldim: Başbakanken bir programda kendisine "sizi o bulunduğunuz yerden altı defa indirdiler, hala orada nasıl duruyorsunuz?" diyen gazeteciye verdiği cevap
Beşiktaş'ı niye sormuyorsun? (kendisine fenerbahçeyi mi, yoksa galatasarayı mı tuttuğunu soran muhabire cevaben)
ŞAPKAYI GAPTIRMAM!
Bana, "milliyetçiler adam öldürüyor" dedirtemezsiniz.

Kırıkkale’de cephane fabrikası patlamıştır. neden önlem alınmadığı gazete manşetlerininden inmezken Demirel kendi uslübuyla olayı değerlendirir:  Kimin aklına gelir patlayacagı?

Ben bir gün evimde otururken Çankaya'ya çıkayım diyerek çıkmadım.

Duygu Asena'nın ilk popüler olduğu dönemlerde kendisine konu hakkındaki düşünceleri soruldu.
Demirel: "Bunun icabı vardır veya yoktur bu ayrı bir mesele… İcabı yoksa fuzuli bir şey yapılmış olmaz yine de… İcabı varsa feminizim fevkalade bir şeydir"
YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ

Yollar yürümekle aşınmaz
Demirel bu sözü, 8 kasım 1968’de AP Ankara İl Kongerisinde sokaklara dökülen halk için söylemiştir. Daha sonra da “kimse beni yanlış çıkarmak için , bakalım yollar yürümekle eskir mi diyerek daha fazla yürümemiştir" diye geliştirmiştir.

Kendisine yönelik eleştirilere: Kızdırmayın adamı bakayım

1 Şubat 1978, AP Genel Başkanı, Ana Muhalefet Partisi Lideri: Hükümetin başını kontrgerillanın ne olduğunu ve nereye bağlı olduğunu açıklamaya davet ediyorum?
24 Kasım 1990, DYP genel başkanı, ana muhalefet lideri: Hukuk devletinde bu tür örgütlere yer yoktur. Parlamento'nun bu toplumsal tehlikeye, hukuk dışılığa ve devlet içindeki bu gizli örgütlenmeye karşı çıkması bir görev haline gelmiştir

24 şubat 1993, Başbakan: Kontrgerilla tartışması kadar Türkiye'de havanda su dövülen bir konu yoktur. Deniyor ki, araştıralım. O zaman her şeyi araştıralım, yarın güneş doğacak mı diye araştıralım"

Muhabir: Efendim, derin devlet nedir?
Demirel: Derin devlet, normal devletin raydan çıkmış halidir.

Dün dündür, bugün bugündür.

Bir kış PKK ateşkes ilan ettiğinde o vazgeçilmez üslubuyla devletin bakış açısını çok güzel özetler:

“Kan döken insanlar ‘biz kan dökmekten vazgeçtik’ derlerse, ‘iyi yaptınız, alın size bir mükâfat verelim’ denmesi mümkün değil. Kan döken insanlara ‘aman vazgeçmeyin, kan dökmeye devam edin’ demek de mümkün değil. Kan döken insanlar bundan vazgeçerlerse, bu iyi olmadı demek de mümkün değil.”

Dört kaz teslim etsen, akşama üçünü kaybedip gelir (1980 öncesinde Bülent Ecevit’e)
Enkaz devraldık.
Artık bu cümleyi sarf etmeyen hükümet kalmadı. Seçilir seçilmez ilk olarak "enkaz devraldık" diyorlar ama bu cümleyi siyasi hayatımıza ilk sokan Demirel'in ta kendisidir...

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 'tartışmalı' cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde hiçbir üniversitede protesto gösterisi yapılmamasının dikkat çekici olduğunu ifade etti.

Demirel, "nerede bu ODTÜ'lü öğrenciler?" diye sordu ve sonra istediği tepkiyi aldı:
“Nerede bu ODTÜ'lüler" diyen Demirel'e, odtü senatosu Çankaya seçimine yönelik sert bir bildiri yayımlayarak cevap verdi.

Fırat'ın kenarındaki bir kuzudan ben sorumluyum.

Kırk günde kabak yetişmez.(1978 de CHP'nin 40 günde Türkçe bilmeyen öğretmenleri alıp öğretmen yapması için demiştir.)
TEK KELİMEYLE İYİ, İKİ KELİMEYLE İYİ DEĞİL

Demirel'in eski tayfasının bulundugu bir ortamda bir gazeteci sorar
" Sayın Demirel, Türkiye'nin durumunu tek kelimeyle özetler misiniz?"
Demirel: iyi..
Herkes şaşırır, Demirel mevcut duruma iyi demiştir sonuçta. Ama devam eder.
Demirel: Ama iki kelimeyle özetlememi isterseniz "iyi değil"..
O KÖPRÜYÜ BEN YAPTIM
Üniversite ziyaretlerinden birinde sol görüşlü bir öğrenci Demirel’i sıkıştırmaya çalışır.
- Türkiyede yapılan her türlü işi sahiplenmek gibi bir adetiniz var…
- Sen nerde oturuyorsun?
- Niye ki? Kadıköyde!
- Hah işte buraya her gün gelmek için üstünden geçtiğin köprü var ya
- ee evet
- Onu işte ben yaptım!

Türkiye’nin Avrupa Birliği'ne girmek için tarih alma konusunu şu fıkrayla değerlendirmiştir:

"Avrupa Birliği'ne girmek isteyenler sınava alınıyor. Bulgaristan sınava giriyor, 'atom bombası ne zaman atıldı' diye soruluyor. '1945' diyor, 'geçtin' deniyor.
Daha sonra romanya sınava giriyor. 'atom bombası nereye atıldı' deniyor, 'Japonya' diyor, 'sen de geçtin' deniyor.

Türkiye'ye sıra gelince 'atom bombası atıldıktan sonra ölenlerin isimleri, soyadları, doğum yerleri, mesleklerini söyle' deniyor.

Şartlar ne kadar ağır olursa olsun Türkiye ve Avrupa sıkıntıları aşacaktır ve Türkiye, AB'nin tam üyesi olacaktır."

 anekdot rahmetli Mustafa Diken'den. Mustafa Diken'i Zonguldak'ın yaşlıları iyi tanır.Kendisi özellikle 1960'lı yıllarda Zonguldak'ın en önemli politikacısıydı. O zamanlar başbakan olan Süleyman Demirel ile doğrudan ve samimi konuşabilen nadir insanlardan biriydi. Zonguldak Şehir Kulübünde bana anlattığını aynen aktarıyorum.   
-Abdülkadir Ünek'i EKİ müessese müdürü yaptırmak için,yanımda bir heyetle Süleyman Bey'in Ankara Güniz Sokak'daki evine gittik. Kendisi bizi çok iyi karşıladı. İsteğimizi ilettik ve kendisinden olur cevabını da aldık. Sonra vedalaşıp çıkmak üzere kapıya yöneldik. Ayağım sakat olduğu için iki arkadaşım da koluma girmişti. Fakat olur cevabı almamıza rağmen ben hala kuşkulu idim ve kolumdaki arkadaşlara; ''Bu d..s bizi yine kandırdı galiba!'' dedim. Bunun üzerine, arkamdan ''Hala ikna olmadın mı Sayın Diken!'' diyen Süleyman Bey'in sesini işitmez miyim! Meğer Süleyman Bey bizi uğurlamak için arkamızdan geliyormuş! Çok utandım. O arada keşke yer yarılsaydı da içine girseydim diye düşündüm.   İkinci anekdot eski bir müsteşardan.    Bir heyetle Süleyman Bey'in Güniz Sokak'daki evine gitmiştik.İçeride başka bir heyet olduğu için bizi bekleme salonuna aldılar. Süleyman Bey içerideki heyeti yolcu edince bizi oturma odasına aldı. Bize ne içeceğimizi sormadan çay söyledi. Ama bu arada, etraftaki tabaklarda bulunan kırıntılardan, bizden önceki gruba bisküit de ikram edildiğini anlamıştık. Bunun üzerine, grup liderimiz, tabii ki Süleyman Bey'in hoşgörüsüne güvenerek; ''Sayın Genel Başkanım, biliyorsunuz sizi çok severiz. Öl dediğiniz yerde ölürüz. Bizden önceki heyet ise aslında sizi sevmez. Dışarıya çıkınca arkanızdan konuşurlar. Bize çay ikram ettiniz; teşekkür ederiz. Ama onlara bizden daha çok değer veriyorsunuz ki, onlara çayın yanında bisküit de ikram etmişsiniz.'' diye sitem etti.   Bunu gülerek dinleyen Süleyman Bey; ''Ben size bir fıkra anlatayım da size isterseniz çay da ikram ederim.'' dedi. Biz lütfen anlatın deyince şu fıkrayı anlattı:  
- İngiltere'de kör bir adam sokakta eğitilmiş köpeği ile dolaşıyormuş. Köpek adamı trafikte yolun karşısına yeşil ışıkta geçirip kırmızı ışıkta durduruyormuş. Fakat köpeğin o gün aksiliği tutmuş ve adamı kırmızı ışıkta karşıya geçirmeye kalkmış. Bu arada da bir araba adama çarpıp yolun kenarına savurmuş. Herkes adamın başına toplanmış, kimisi ambulans çağıralım diyor, kimisi bir şeyin var mı diye soruyor, kimisi adama masaj yapıyormuş. Bütün bunlar olurken adam cebinden bisküit çıkararak köpeğe yedirmeye çalışıyormuş. Bunu gören insanlardan biri adama; ''Yahu bu köpek az kalsın seni öldürüyordu. Sen kalkmış bir de bu köpeği ödüllendiriyorsun!'' deyince; kör adam şöyle demiş; ''Ben bu köpeği becereceğim de, bir yerlerini karıştırmamak için bisküit veriyorum!''   Fıkra bitince heyetin lideri şöyle demiş; ''Mesajı aldık Sayın Genel Başkanım; sakın bize bisküit falan ikram etmeyin!''   İşte böyle bir adamdı rahmetli Süleyman Demirel. Şimdikiler ders alsın!

Türkeş Türk çocuğu, Ecevit halk çocuğu, Erbakan Müslüman çocuğu, biz o... çocuğu muyuz?

22 Kasım 2016 Salı

Yüzme pilmeyen

Temel aldi bir villa ,yapti önüne bir havuz icini su ile doldurdu.Bir tanede yanina
yaptirdi ici bos.Sorarlar ona habunu anladukda yayindaki bos olan cukurda nesidur?
Temel:
-Orda yüzme pilmeyenler yüzecek . :))

O BENİMKİDUR

Temel ve dedesi otele gitmişler. Otelde tek bir yatak boşmuş, dede torun birlikte yatmışlar. Gece yarısı dede Temel’i dürtmüş:
 – “Temel bana karı bul!” 
– “Dede sakin ol yat.” Biraz sonra dede ikinci defa: 
– “Temel bana karı bul!” 
– “Dede sakin ol yat”. Dede biraz sonra üçüncü defa: 
– “Temel bana kar bul!” deyince en sonunda Temel isyan etmiş: 
– “Dede tuttuğuna güveniyorsan o benimkidir.”

21 Kasım 2016 Pazartesi

Prova

Temel istanbula gelip bir otele yerlesir. gece yarisi uykusunun en tatli zamaninda yan taraftaki odadan müzik sesleri gelmektedir.Hiddetle yataktan kalkarak yan odaya girer. karsisinda 4 tane genç ellerinde müzik aletleri birseyler çalmaktadir.Temel sorar:-Hayrola çocuklar der gecenin bu yarise ne gürültüder.Cocuklardan biri cevap verir:-abi der biz yeni bir grup kurduk ve ilk ismize yarin bir barda çalarak  baslayacagiz. onun için bu aksam prova yapiyor yarin ise galamiz var der.Temel çocukalara hak verir nede olsa gençler heveslerini kirmamak lazim der ve gider.Ertesi aksam yine yan odadan müzik sesleri gelir. Temel yataktan kalkip yan odaya gider ve sorar:-hayrola çocuklar ne oldu der. Müzisyen Cocuklar:-abi gala ertelendi bugün prova yarin gala derler.Temel tamam deyip odasina döner.Ertesi aksam yine müzik sesleri yan odadan yine ayni cevaplar bu durum 1-2 gün daha devam eder. 3 gün ise gecenin bir yarisi yine müzik sesleri baslar fakat bu sefer temel çocuklarin odasina gitmemistir.Bu sefer çocuklar merak eder temelin odasina giderler ve gördükleri manzara karsisinda sasirirlar. temel yatagin üstünde oturmus kendi kendini tatmin etmekte çoçuklar sorarlar temele hayrola abi bu halin nedir.Temel cevap verir. 
-Bugün prova yarin hepinizin sülalesini der.

Evlat sevgisi :))

Temel birgün meyhanede dertli dertli içiyormus. Onu gören Dursun:- Ne bu hal, demis. Temel :- Bosver, demis. Dursun israr etmis,Temel dayanamamis ve baslamis anlatmaya:- Hani ben bir zaman Afrikaya gitmistim ayi avlamaya. Hatirladinmi Bayagi da uzun kalmistim hatirlarsan...devam etmis anlatmaya-Avlanmak için günlerce gezindim ve sonunda buldum avlayacak bi ayi ama tam ates edecekken tüfek bozuldu. Ben de kaçarken uçurumdan asagi düstüm..-Eeeee, demis Dursun, Sonra.- Hertarafim kan revan içinde komaya girmisim.Sonra ayi beni yuvasina götürdü.Yaralarimi yaladi, balla, sütle besledi beni, iyilestikten sonra da bana tecavuz etti aylarca...- Buna mi üzülüyorsun, takma kafani ya bak bu kadar zaman gecti. Çoluk çocuga karistin, mutlu bir hayatin var,demis Durmus. Temel :
- offfff,Bu da hayat mi be birader... O Afrikada ben burda...

Bardaklar

Temel her gece yatarken başucuna 2 tane bardak koyuyormuş. 
Biri su dolu, diğeri boşmuş. 
Bir gece, iki gece derken Temelin oda arkadaşı 
Dursun dayanamayıp sormuş: 
-Ula Temel, ne yapaysun , her gece her gece, habu bardaklarla?

-Akşamları uyandığımda bazen canım su istii, bazen de istemii...

Evlenecegum amma

Temele 
-Hani sen güzel bir dulla evlenecektin, ne oldu ?diye sormuşlar. 
- Kocasının ölmesinu pekleyrum, demiş. 

Laz musun

Ingiltereye burs kazanip giden Temel Oxfortta okuyup Lordlar kamarasina girmis taninmamak icinde gördügü Türklere selam vermiyip selam da almiyormus... Fakat hemsehrisinin biri Temel deki burnu görünce "Bu kesun lazdur" demis ve pesine takilmis. Yanasip sormus Temele; "Kardasum sen laz musun?" Temel den cit yok... Adam yine sormus; "Kardasum Laz musun?" Temel yine bakmamis adama.Adam israrla takip edip devamli "Kardasum laz musun" Diye sorunca Temel adama dönüp söyle demis; "Inciluzum ,Inciluz..."

Ibnelik testi

Ibneler hamama giderler. Etrafta da pek kimse yoktur. Neyse eglenmeye baslarlar. Oynasirlar masaj falan derken iyice rahatlayinca osurmaya baslarlar.Birisi osurur -ZOOORTTT!., Ikincisi devam eder, -Z AAAAAAAAAAAART!.., Üçüncüsü bunun altinda kalir mi? -ZOOOOOOOOOOOOOOOOOOORT!. Kenarda duran genç ibne de kendini tutamaz ve osurur. -ZIRT!. Bunun uzerine diger üçü bagirmaya baslarlar: -BAKIRE, BAKIRE, BAKIRE!!

Gercek neyse o dur

iki genç birbirlerini severler ve evlenmeye karar verirler ve kızın evine istemeye giderler. Cikolatalar yenir , kahveler içilir isteme olayına geçilir. Oğlanın babası başlar - "Allahın emri Peygamberin kavli ile bizim oğlan ,sizin kızı mikecek" der Tabi kız tarafı küplere biner, -Terbiyesiz herif falan.... vermez kızı o gün oğlan tarafı evine gider.Araya girenler: -Yav böyle kiz istenmez ,biraz uslubune göre söylenmesi gerekir,derler. Yine aracıların sayesinde tekrar kız istemeye giderler. Oğlanın babası bu sefer - "Allahın emri ile Peygamberin kavli ile bizim oğlana sizin kızı istiyoruz" der ve Kızın babasıda "Verdik" der. Oğlanın babası siritarak devam eder, - "eee şimdi mikmeyecek mi!"

ekran koruyucusu

Bir tane bilgisayarı bulan adam varmış;adam bir gün ölmüş cennetle -cehenmenin kapılarının önündeymiş .Zebani sormus:
-Siz insanlik icin büyük icat yaptiniz.Nereye gitmek istiyorsunuz?
 Adam cennetin kapısına bakmış "yemyeşil
kuşlar böcekler varmış
" cehenneme bakmış "bikinili kızları" görmüş sonra melek gelmiş demişki 

-Karar verdiniz,herhalde cennete gidiyorsun, Adamda; 
-ben cennete değil cehenneme gitmek istiyorum demiş. Sonra cehenneme gitmiş ve cayir,cayir yanarken kafasini uzatmis `
 -Hani burdaki bikinili kızlar ?` demiş . Zebani;
- ooooomu ekran koruyucusuydu demiş.hehehehee

6 Kasım 2016 Pazar

Çiçek suluyordum

Müjdat Gezen: Bu anlattıklarımızı zaten ilk kez paylaştık ama bir şey daha var: Yıllar önce ‘Yedi Kocalı Hürmüz’ oynuyoruz. Kamer Genç, o dönem çapkınlık yaparken yakalanıyor ve gazetecilerin
 “Neredeydiniz” sorusuna
 “Çiçek suluyordum” diyor. O sırada Ayşen’le Ateşböceği Ercan karı-kocayı oynuyorlar. 
Ayşen oyunda kocasına
 “Neredesin” diye soruyor, Ercan da doğaçlama olarak 
“Çiçek sulamaya gittim” diye cevap veriyor. Ortalık yıkılıyor. Ayşen buna cevap veremedi ya, uykuları kaçıyor. Ertesi gün Ercan yine 
“Çiçek suluyordum” deyince Ayşen lafı yapıştırıyor: 
Sen önce evdeki çiçekleri sula! Ayrıca sen çiçek sulayamazsın çünkü hortumun kısa.” Ayşen bu kadar güçlü bir oyuncu işte...

21 Haziran 2016 Salı

çeşme

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:“Her kula helâl, Müslüman’a haram!”
Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
*Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen ka
lk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama. Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş. Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan o da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?” Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee!”
- “Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler.
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi? Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş

16 Haziran 2016 Perşembe

Buzdolabi

Temel bir gün Dursunun evine kalmaya gider .
Dursunun evide tek odalıdır ikide karısı vardır.
Akşam olur yatarlar Dursun karısın tekine 

-Kalk buzdolabını aç temel uyumuşmu bak sonra yanıma gel,der
Karısı buzdolabını açar Temele bakar temel uyumuş. Gelir Dursunun yanına 

Dursun bi güzel becerir karıyı.
Aradan yarım saat falan geçer dursun öbür karısına 

-Kalk buzdolabını aç temel uyumuşmu bak sonra yanıma gel der. 
Karısı buzdolabını açr temele bakar uyumuş 
Dursunun yanına gelir dursun bunuda bi güzel becerir
Sabah olur dursun temele sorar

- Nasıl temel iyi uyudunmu 
-Uyudumda bi ara çok susadım
Dursun: 

-Kalkıp içseydin ya 
Temel:
-içecektimde sen dolabı açan herkezi becerdin. Benide becerirsin diye kortum ondan içemedum

RESİM


Babası, önündeki boş resim kâğıdına bakan kızına sordu:
— Kızım, ne resmi yapıyorsun?
— Babacığım, çimenlikte bir keçi resmi yapıyorum.
— Nerede o çimen? Ben göremiyorum.
— Hepsini keçi yedi.
— Eee! Keçiyi de göremiyorum.
— Yiyecek bir şey bulamayınca o da gitti.

Serçe


Bir serçe motosiklet kullanan bir adamın kaskına çarpmış. Adam, kaskına çarpan serçeyi yerden alarak evine götürmüş. Bir kafesin içine koymuş. Su ve yem bıraktıktan sonra işine gitmiş. Bir zaman sonra serçe, gözlerini açmaya başlamış. Gözlerini açınca etrafına bakınmış. Parmaklıkların arasında olduğunu fark edince mırıldanmış:

 “Eyvah, adamı öldürdük herhâlde!” 

Mola


Temelle Dursun tarla sulama anlaşmazlığı yüzünden birbirlerine girmişler. Civarda da kimsecikler yokmuş. Birbirlerini bir güzel tartaklamışlar. 
Yara bere içinde bitkin düşmüşler.
Dursun Temelè
— Yahu Temel mola verelummi?
— Verelum verelum. Baksana etrafda pizi ayıracak cimse yok 

Yine celdum

Midesinden şikâyeti olan Temel, doktorun muayenehanesine girerken 
gözüne ücret tarifesi ilişir.
"İlk muayene otuz lira, sonrakiler on lira."
Yazıyı okuyan Temel, güler yüzlü bir şekilde doktorun yanına girer. 

Sanki ikinci gelişiymiş gibi:
- Doktor beyyy, pen yine celdum, der.
- Yaa! Öyle mi, der doktor. 

"Geçen defa verdiğim ilaçları kullanmaya devam edin."

Bir Kaz Göndersem Yolar Mısın ?

Çok soğuk bir kış günü padişah tebdili kıyafet gezmeye çıkmış. Yanına baş vezirini de alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah ihtiyarı selamlamış :
” Selamün Aleyküm ey piri fani..” demiş.
” Aleykümselam ey serdar’i cihan.”
Padişah sormuş:
” Altılarda ne yaptın ?”
” Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor.”demiş ihtiyar.
Padişah yine sormuş:
” Geceleri kalkmadın mı?”
” Kalktık, lakin ellere yaradı” demiş yaşlı adam. Padişah gülmüş:
” Bir kaz göndersem yolar mısın?”
” Hem de cıyaklatmadan.” diye yanıtlamış adam. Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönüp sormuş:
” Ne konuştuğumuzu anladın mı?”
” Hayır anlayamadım padişahım.”demiş vezir.
Padişah sinirlenmiş ve “Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.” demiş. Kelle Korkusuna kapılan baş vezir padişahı saraya bırakır bırakmaz telaşla dere kenarına geri dönmüş. Bakmış adam hala orada deri tabaklıyor.
“Ne konuştunuz siz padişahla” diye telaşla sormuş ihtiyara. Yaşlı Adam baş veziri şöyle bir süzmüş:
“Kusura bakma, bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.” demiş. Baş vezir, yüz altın çıkarıp vermiş ve sormuş:
” Sen padişahı, serdar’i cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu?”
” Ben dericiyim..Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi” demiş. Vezir kafasını kaşımış.
” Peki, altılara altı katmayınca otuz ikiye yetmiyor ne demek?” Yaşlı Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
“Padişah, altı aylık yaz döneminde çalısmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun diye sordu. Ben de yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak yemek bulamıyoruz dedim.” Vezir bir soru daha sormuş.
” Geceleri kalkmadın mı ne demek?” Adam bir yüz altın daha almış.
” Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız çocuğu. Evlendiler, başkasına yaradılar dedim” Vezir gene kafasını sallamış.
” Bir de kaz gönderirsem yolar mısın dedi, o ne demek” diye sormuş son olarak vezir. Yaşlı İhtiyar Gülmüş:
” Onu da sen bul” diye cevaplamış :