31 Mart 2015 Salı

biz öldük mü!!!


BRİGİTTE BARDOT
Biraz da ihtiyar delikanlıların fantazilerine değinsek fena olmaz her
hâlde. Hoş bir mahalle, çocukluklarını ağabey-kardeş ilişkisinde geçirmişler ama, artık birbirine hayat arkadaşı olmuş üç ihtiyar delikanlı. Biri seksen, diğeri seksen beş ve sonuncusu da doksan yaşında. Güzel biryaz akşamı, mahallenin parkında oturmuş sohbet ediyorlar. Kendi aralarında vardıkları kanıya göre üçü de cennetlik.
"Cennete gidersek ne istemeliyiz kendimiz için?" diye düşünüp
duruyorlar. Seksenlik hemen atılıyor ortaya:
Benim zamanımda bir Lilian Harvey vardı. Pek beğenirdim fettanı. Ben onu isterim.
Diğer ikisi de seçimden pek etkilenmiş:
Aferin zevkli adamnıışsm, diyorlar. Sonra seksen beşlik atılıyor
titrek sesiyle:
Ben de Jean Harlow'u isterdim, diyor içini çekerek.
— Oooo, maşallah, maşallah..
diyorlar Harlow'u kaçırdıklarına hayıflanarak. Sıra geliyor en
yaşlılarına, artık neredeyse konuşacak hâli bile yok:
"Ben" diyor ''Brigitte Bardot'u isterim. Diğer ikisi itiraz ediyorlar:
— Brigitte Bardot34 ölmedi ki.
Ne yani biz öldük mü!!!

Parkinson


HER ŞEYDE BİR HAYIR VAR!!
John ile Mary, koskoca elli yıl. Bütün aile toplanmış; oğullar, kızlar,
torunlar, yakın dostlar. Londra'nın güneyinde bitişik nizam mütevazı
ama yeterli bir ev, "Baba ocağı". Mutlu ve keyifli bir ellinci evlilik yılı kutlaması. Her şey çok güzel, hediyeler açılmış, yemekler yenmiş ve tatlı bir rehavetle baş başa kalmışlar seksenlik iki ihtiyar. Fakat John'un içini kemiren bir şey var. Nasıl söylese, nereden başlasa... bir türlü bilemiyor. Nihayet titrek bir sesle:
Mary bizim ayrılmamız lâzım? 
Mary de titrek ve hayret dolu bir sesle:
— Ama, John neden?
John büsbütün dramatik bir eda ile:
Ben komşumuz Elizabeth ile evlenmek istiyorum.
— Peki John, ama neden????
— Çünkü Elizabeth beni tutuyor!!!
— John, sen istersen ben de seni tutarım??!!
— Ama Mary, Elizabeth'in "Parkinson"u var...

YETMİŞİNDEN SONRA



(Orhan Boran in anilarindan)
BASF'Sumerbank Üretim işletmeleri müdürü İlhan Şiram, çok sevdiğim
ve saydığım bir kişi, İlhan beyi tanıtmak başlı başına bir konu, ondan
öğrendiklerimi de bu satırlara sığdırmak zor. Bu beraberliğimizde
sadece küçük bir anımı aktarmakla yetineceğim.
Bir gün, İlhan beyin odasında üretim yönetimi ile ilgili bir konuyu
tartışırken duvardaki panoya asılı bir kitapçık dikkatimi çekti. "Yetmiş
yaşından sonra seks hayatınız için neler yapabilirsiniz?". Konuşmamızı bitirip, aklımıza ve gönlümüze yatan bir çözümümüzde karar kıldıktan sonra:
İlhan Bey müsade eder misiniz kitabınıza bakabilir miyim? dedim.
İlhan Bey'in gözlerinde fevkalade muzip bir ışıltı:
— Buyrun buyrun, gayet tabiî
'Sözcük seçimi, çıkacak yeni medeni kanuna göre yapılmıştır.
Aldım kitabı elime ve ne göreyim? Kitap, kitap değil sadece boş
sayfalardan oluşan bir defter.....

NİCE ELLİ YILLARA


Birbirini pek seven, ellinci evlilik yıl dönümünü kutlayan diş hekimi birkarı koca. Her şeyler iyi de adamın içinde bir sıkıntı var.... Adam
kendini biliyor, ama ya kansı...
Dayanamaz ve sonunda sorar can alıcı soruyu:
— Bak sevgilim, iyi kötü tam elli yıl geçirdik. Ama bir soru var ki, içimi kemirip duruyor. Beni hiç aldattın mı?
Evet!! der karısı ve devam eder. Tam üç kere.
Adam biraz rahatlamış ve sorar:
— Ne zaman?
Hatırlıyor musun? Daha yeni evlenmiştik, yeni bir eve taşınacaktık da, ev sahibiyle kira konusunda bir türlü anlaşamıyorduk. Sonra birden o eve taşındık ya!!
Adamın gözleri buğulu,., bir kendi çapkınlıklarını düşünür bir de
karısınınkini. Karısı devam eder.
— Hatırlar mısın? "Bay Pass" ameliyatı olacaktın da o devirde riskli diye hiçbir doktor seni ameliyat etmek istemiyordu. Hani çaresizlikten kıvrandığımız günler. Sonra on iki doktor birden seni ameliyat etmek için yarışmışlardı birbirleriyle.
— Eeeeee! der Adam ya üçüncüsü...?
Hatırlar mısın? Diş tabipleri odasında başkan olmak için
tutturmuştun da, ortalığı kasıp kavuruyordun: "Bu benim son şansım
diye !!!"
— EEEEeee! der adam hayretle.
Hani 176 oy eksiğin vardı da, ona rağmen kazanmıştın seçimleri........

AĞUSTOS BÖCEĞİ ile KARINCA



Kış kıyamet, karınca toprağın altındaki yuvasında kapısını iyice
kapatmış, yavrularıyla birlikte, yazdan biriktirdiklerini yiyor. Dışardaki
fırtınadan zar zor duymuş kapının çaldığını. Hayretle kalkınış yerinden
doğrulmuş kapıya. Dışarıda son model bir araba ve karşısında kürkler içersinde Ağustos Böceği, buram buram parfüm kokuyor:
Ah şekerim, şöyle bir Paris'e doğru gidiyordum da sana bir
uğrayayım dedim. İstediğin bir şey var mı?
Eğer Paris'in güney kapısından girersen, sağ kolda büyük bir
mezarlık vardır. Orada "La Fontaine" adında bir şair yatıyor. Lütfen benim için onu bul ve mezarına bir "Tüü.." deyiver.
Kıssadan Hisse: Asla ilkelerinden vazgeçme! Ama otuz altı milyon seçmeni olup da, bordrolular dahil altı milyon vergi
mükellefi olan başka bir ülke var mı, soruştur.

BILMECELI GÜLMECELER


"Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?"
Horoza sormuşlar, o da demiş ki:
Ben vazifemi yaparım abi, hangisi önce çıkarsa çıkar.
Kıssadan Hisse: İçinden çıkılmaz işler olunca, mutlaka "Bir Bilene" sormalı.

30 Mart 2015 Pazartesi

İNSAN, ARSLAN, EŞEK ve MAYMUN



Tanrı canlıları yarattığında hepsine otuz yıl eşit ömür vermiş. İnsan
aralarındaki en zeki, en becerikli yaratık, itiraz etmiş, ama boşuna,
karar verilmiş bir kere. Yakın dostları arslan, eşek ve maymun bu işe 
çok üzülmüşler, hayvalıklarmdan mı ne, Tanrıya yalvarmışlar," al bizim
ömürlerimizden on beşer yıl ver insana, o bunu hakkediyor". BabacanTanrı kırmamış hayvancıklarını, önce arslanın, sonra eşeğin, sonra da maymunun on beşer yılını vermiş insan denen yaratığa.
Kıssadan Hisse:  İnsan yaşamının ilk otuz yılını insan gibi, sonraki on beş yılını arslan gibi, daha sonraki yıllarını eşşek gibi ve nihayet yaşamının sonunu da bu yüzden maymun gibi geçirir.

KARGA İLE AYI



Karga ile ayı uçakta gidiyorlar. Karga kanadını kaldırıp hostes
düğmesine basar. Koştura koştura gelir Hostes:
— Buyrun efendim, ne isterdiniz?
— Hiiiç...
— Peki niye hostes düğmesine bastınız?
— Hiiiç ibnelikteeen.
Hostes fena hâlde bozulur, kırmızı ışığı kapatır ve gider.
Ayı hayatında ilk defa uçağa biniyor, olanlar pek hoşuna gider. O da
basar hostes düğmesine. Hostes yine gelir, bu sefer daha resmi:
— Buyrun efendim, ne isterdiniz? Ayı kaim sesiyle:
— Hiiiç
— Peki niye hostes düğmesine bastınız?
— Hiiiç ibnelikteeen.
Bu durum bir karga, bir ayı devam edip giderken; hostes çareyi kaptan
pilota gitmekte bulur. Zaten araları da iyi, dosdoğru pilot kabinine.
Olan biteni anlatır anlatmasına da kaptanın aklı başka yerde,
sorar:
— Ne diyorlar yani? Hostes:
Hiiç ibnelikten diyorlar.
Kaptan hiç oralı değil, güvenliği çağırttırır, kesin ve sert bir ifadeyle:
— Atın ibneleri dışarı!!!
Yakalarlar, ayı ile kargayı, getirirler kapının önüne. Kapı ardına kadar
açık, son bir tekme atılacak ikisi de ölüme.
Karga başını yandan yukarı kaldırarak ayıya:
Ayı kardeş, sen uçmasını bilir misin?
— Yoo.. der ayı en bas sesiyle.
— Madem uçmasını bilmiyorsun neden ibnelik ediyorsun o halde???
Kıssadan hisse: Siz ne dersiniz bu işe???

ANLATMAKTAN ANLATMAYA



Temel ile Ali İksen aynı mahallenin insanları, ikiyakın arkadaş. 
Yıllarca içtikleri su bile ayrı gitmemiş. Kızları da sınıf arkadaşı. İş yerinin değişmesi, büyük şehrin acımasız çarkı, ayrı
düşürüvermiş iki arkadaşı.
Hiç beklenmedik bir anda karşılaşıvermisler Eminönü yaya-üst
geçidinin önünde. Hasretle kucaklamışlar birbirlerini. Başlamışlar
hasretlik günlerde yaptıklarını anlatmaya. Sıra gelmiş kızlara, Temel:
La Ali İksen senin kız nasildur!
Temelciğum, pizim kız çok iyi pir işe girtu. Daha girtuğunun
haftasina kocaman bi şirket lojmanı verdiler. İkinci ay mıydu, neydu,
pi tane de şirket makam arapasi, hemi de şöförlü.
— Peki şimdi ne ediy!
La, patronuyla iş seyahatine gitti. Havayi mi ne-dur, öyle pir yere....
Senin kızdan ne haber?
— La Ali İksen, penim kız da orospi oldu ama senin katar küzel
anlatamayrum.

hep ayni keçi


Bilmem içinizde hiç Çamlıhemşin'e giden var mı? İnanılmaz gi'ızel bir
yer. Yöre mimarîsinde yayla evleri olağanüstü bir güzellik. Dimdik
yamaçlara oturtulan evlerin altı kot farkından faydalanarak ahır
olarak kullanılmakta, böylelikle hem hayvanlara kapalı bir yer
sağlanmakta, hem de oturulan bölümün tabanı, nemden korunup
sıcak tutulmakta. Ahırın önünde çitlerle çevrili ağıl Yazın yaylaya
çıkanlar "mallarını" "camış, keçi,...." buralarda korurlar.
Fadime ile Temel yatmışlar sıcacık yataklarına,
tam uyuyacaklar, Fadime Temel'i dürtmüş:
— La, Temel, Temel kalk, kalk! Temel kalkmış, pencereden bakmış,
inanılmaz güzel bir manzara. Mehtap yeni doğmuş, çamların siluetleri
görünüyor, teke ağılın uç kenarında ve iş başında. "Ha kalkmiş iken"
deyip oluvermişler Fadimeyle beraber. Gerisi bizi hiç ilgilendirmiyor.
Aradan bir vakit daha geçtikten sonra Fadime yine Temel'i dürtmüş:
La, Temel, Temel kalk, kalk!
Temel kalkmış, yine pencereden bakmış, manzara daha da bi güzel.
Mehtap yükselmiş, çamlar masalsı bir görünümde, teke ağılın uç
kenarında ve yine iş başında. "Ha kalkmiş iken" deyip yine Fadimeyle
beraber oluvermişler. Gerisi bizi hiç ilgilendirmiyor. Aradan bir vakit
daha geçtikten sonra Fadime yine Temel'i dürtmüş:
— La, Temel kalk, kalk! deyince Temel homurdanıp dönmüş arkasını
Fadimeye. Fadime ısrarlı:
La, Temel, Temel, kalk" Temel zorla kaldırmış kendini, yine
pencereden bakmış ve her şey olağanüstü çamlar, mehtap her şey
harika, teke yine ağılm uç kenarında ve yine görevi başında. Girmiş
yatağa yatmış. Fadime cilveli:
Temeel, Temelcuğuum! Temel dönmüş Fadimeye:
La pak pakiyim o teke hep ayni keçiyi mi ediy??"

BULAŞIKÇI



Temel bir lokantanın önünden geçerken "Bulaşıkçı Aranıyor" ilânını
görmüş. Hemen içeri girip patrona:
Ha pen purada pulaşikçiluk yapapilirum, demiş. Patron sormuş:
Kaç dil biliyorsun?
Temel hiç duraksamadan cevap vermiş:
— On tört
Önce biraz şaşıran patron sonra sinirlenmiş ve:
Sen benimle alay mı ediyorsun? Temel:
Valla önce sen paşlattun...

RÖPORTAJ



Günlerden bir gün, yüksek tirajlı bir sosyete dergisi, hayli hoş, genç ve akıllı bir muhabirini, inşaat sektörünün devlerinden bir Karadenizli müteahhit ile söyleşiye gönderir. Sapsarı at kuyruklu saçı, dasdaracık blue-jean pantalonu, siyah ince çerçeveli gözlükleri, sorduğu soruya göre ısırdığı kalemiyle tam bir aday iş kadını. Röportaj fevkalâde başarıyla ilerlemektedir, Sorulan sorular büyük bir içtenlikle cevaplanmakta, elde edilen başarıların hiçbirinin tesadüf olmadığı apaçık ortaya çıkmaktadır. Dünden bugüne, bugünden yarina son derece keyifli bir sohbet kâğıda dökülmektedir. Genç kızımız saygılı bir ses tonuyla ve en reddedilmez tavrıyla:

—..... Bey size özel bir şey sorabilir miyim?
Sor pakayum, sor !!?
— .... Ne tür seksi tercih ediyorsunuz? Cevap hemen gelir:
Grup seksi tercih edeyrum Kızcağız şaşkın:
— Nedeen?!!
Valla kaytarması kolay oliy...!!
Sohbet yine eski rotasında bir süre devam ettikten sonra kız yine sorar:
— Başınızdan geçen en ilginç şey nedir? Kısa bir düşünce arası ...bey cevap verir:
Anaminkiii...

GERDEK SONRASI



Temel, düğün dernek evlendikten tam üç gün sonra gözü gibi sevdiği
Fadime'sini iki kaşının ortasından vurur, öldürür. Derhâl teslim olur ve
ilk mahkeme günü hâkim sorar:
— Karını niye öldürdün?.
— Hâkim bey karım kız çıkmadı.
— Oğlum peki niye ilk gün değil de üçüncü gün vurdun karını?
— Hâkim bey ilk gün karım kız idu.

demedim sana doktor küfür edecek!!!


"Kişi ancak son anıldığı gün ölür!"
Haydi şimdi toparlanıp madam Raşel'i anlatayım size:
Madam Raşel, Balat'tan, Şişhaneye,.. Şişhane'den, Şişliye., oradan da
Nişantaşı'na hızlı terfi etmiş fettan bir kadın. Drahoma da yerinde
olup, damadın birikimleri de bir araya gelince, yaşam standartma

diyecek yok. Varlıklı bir aile, varlıklı ama asla hesapsız değil. Zaten
öyle olmuş olsa, aslını inkâr etmek gibi bir şey olurdu.
Kadıncağızın her şeyi var ama ne yazık ki titri yok. O da ne yapsın,
çağın ötesinde olduğunu vurgulamak için evdeki yeni beyaz
telefondan faydalanmış. Kartvizitini şöyle bastırmış.
"Madam Raşel â Nişantaş avec telefon blanche!" Hastalanan Raşel,
gitmiş Dr. Hüseyin Dedebaş'a. Akşam Salamon eve geldiğinde sormuş:
— Doktora gittiin?
— Gittim.
— Ne dedi?
— "Supozutvar" bir ilâç verdi. Ama anlamadım ne yapacağımı.
— Para ödedin?
_~ Ödedim.
— O hâlde aç telefonu, sor?
— Doktor çok sinirli, kızacak.
— Aç be kuzum telfonul....
— İyi akşamlar doktor bey.. Ben madam Raşel â Nişantaş avec telefon
blanche. Bugün geldim size bir "supozutvar" verdiniz,... anlamadım
ne yapayım?
— Hanımefendi onu "anal" olarak kullanın.
— Salamon doktor "anal" dedi, ben yine anlamadım.
— Aç telefonu bir daha sor.
— Salamon adam kızacak!
— Parra ödedin be canim, aç telefonu sor be kuzuum.
— İyi akşamlar doktor bey.. Ben madam Raşel â Nişantaş avec telefon
blanche. Az önce aradım sizi. İlâç dedim "anal" dediniz, anlamadım
ne yapayım?
— Hanımefendi ilacı "rektal" olarak kullanın.
— Salamon, doktor "rektal" dedi hiç anlamadim.
— Raşel. ben parayı sokakta toplamıyorum. Aç doktora telefonu, ne
olacaksa öğren be caniim.
— Salamon, adam kızacak, küfür edecek be yavrum...
— İyi akşamlar doktor bey.. Ben madam Raşel â Nişantaş avec telefon
blanche. Doktor beyciğim "supozutvar" dediniz anlamadım, "anal"
dediniz yine anlamadım "rektal" dediniz hiç anlamadım, ben bu ilâcı
ne yapayını?
— Hanımefendi kıçınıza sokun, kıçınıza!
— Salamon, demedim sana doktor küfür edecek!!!

29 Mart 2015 Pazar

HUMPHREY BOGART



Bu fıkranın bir diğer çeşitlemesi ise şöyle:
Birbirinden akıllı, yakışıklı, görgülü, başarılı iki genç laz iş adamı.
(Fıkra işte böyle başlar.) Amerika'da iş gezisindeler. Beşinci caddede
olağan dışı bir süitte kalıyorlar. Bir ara sormuşlar:
— Ha puranın en iyi lokantası nereyedur?
Hemen rezervasyon yapılmış ve gitmişler Öğle yemeğine. Sofra düzeni
mükemmel, yemekler ve ortam harika, dahası sofra adabı olağanüstü.
Karşılıklı yemek yiyorlar ama, Temel'in gözü hep arka masada. Bir ara
Temel demişki Ali İksen'e:
— La, Ali İksen arkadaki herif Humphrey Bogart'tır.
Ali İksen hiç başını kaldırmadan yemeğine devam edip:
¦— Humphrey Bogart öldü, öldü! demiş.
Temel'in gözü yine arka masaya takılı kısa bir süre sonra şaşkınlıkla Ali
İksen'in kolunu sarsıp:
— "La, herif kmııldayy!

Abdülhamit hasta



Devlet-î Âli Osmanî zamanı ve kuşkulu padişah Abdülhamit.
Pehlivan padişahımız hastalanınca kendini Alman doktorlarına teslim
etmeyi tercih etmiş. Yatakta kuşku ve endişe içinde yatıyor. Başında
veziriazam ve Alman profesör...
Profesör son derece sistemli, muayeneye başlar.
Önce kafa derisi, sonra gözler, burun delikleri, ağız, gırtlak,
"Thoraks", "Abdomen" derken biraz daha aşağıya inince, gözleri
büyümüş bir ifadeyle:
— Collosal!2 der.
Kuşkulu padişah endişeli ve hemen veziriazama sorar:
— Ne diyor, ne diyor? Veziriazam vakur bir ifadeyle:
— Zeker-i hümayunun azametinden bahsediyorlar padişahım!
Padişahtan kesin bir emir:
— Söyle ona "Maşallah" desin !

KURT TAKLİDİ YAPAR



Öğretmen Fen bilgisi dersinde hayvanları anlatıyor. [Dr.Scheiner'e
selâm ola!] Sırasıyla ev kedisi, köpek, sırtlan, tilki ve kurt. Tam bu
sırada afacan Ali'nin parmağı havada. Öğretmen sevgi dolu bir sesle:
— Ali!
— Örtmenim, benim dedem çok iyi kurt taklidi yapar.
— Aferin yavrum, çok iyi..
Öğretmen derse devam eder. Beşinci ders, yani son ders; dede dışarıda
torununu almaya gelmiş. Ali'nin parmağı yine havada. Öğretmen:
— Söyle Ali'ciğim..
— Örtmenim, dedem dışarda çağrabilir miyim?
— Tabiî yavrum.... çağır.

Ali bir koşu dedesini alır, sınıfa getirir. Öğretmenine tanıştırır. Ve
dedesine sorar:
— Dedeee.. Siz eskiden babaannemle neler yapardınız?
Dede:
Ouuuuuuuuu........!!!

PAMUK PRENSES ve YEDİ CÜCELER



Bizim çokça dinlediğimiz bu hikâyeleri çocuklar kendi aralarında
şöyle anlatıyor:
Aslında abicim, yedi cüceler var ya, yedisi birden Pamuk Prensese
aşıkmış. Gece rüyalarına filân giriyormuş yani.. Bir gün Pamuk Prenses banyoya girmiş, kapıyı da kitlemiş tabiî.... Cüceler de, birbiri üstüne çıkıp, kapı üstündeki pencereden dikizli-yorlarmış prensesi. Bilgin cüce en üstte, gördüklerini aşağı doğru aktarıyormuş sessizce.
Aksırık, neşeli, uykucu da duyduklarını tekrar ediyorlarmış diğerleri
duysun diye. Bilgin cüce:
— Bornozunu çıkarttı. 
Diğerleri sırayla:
— Bornozunu çıkarttı, bornozunu çıkarttı,.........
Külotunu çıkarttı.
— Külotunu çıkarttı, külotunu çıkartı, ..............
Banyoya oturdu.
— Banyoya oturdu, banyoya oturdu, ........
Kalktı.
— Benimki de kalktı, benimki de kalktı......

Kim bu Kemal?


Fıkra bu ya... Pamuk Prenses, Süpermen ve Pinokyo, bir yolculuğa çıkmışlar... Giderlerken, bir şehirde “güzellik kraliçesi” seçimi yapılıyormuş...
Pamuk Prenses; “Ben bu yarışmaya katılacağım” demiş ve yol arkadaşlarından beklemelerini rica edip, gitmiş, katılmış yarışmaya...
Döndüğünde, arkadaşları; 
“Ne oldu?” diye sorunca, “Şüpheniz mi vardı” demiş Pamuk Prenses;“Elbette birinci seçildim!”
Sevinçle yollarına devam ederlerken, bir başka şehirde; “Dünyanın en güçlü erkeği” yarışmasının yapıldığını öğrenmişler... Süpermen demiş ki;“Ben bu yarışmaya katılmak istiyorum... Siz, beni burada bekleyin!”
Döndüğünde; “Ne oldu?” demişler... 
O da, tıpkı Pamuk Prenses gibi, “Şüpheniz mi vardı” demiş; “Elbette birinciliği ben kazandım!”
Bir süre sonra; 
Aralarında “kukla”ların da bulunduğu “Yalancılar Kralı Yarışması”nın yapıldığı bir şehre gelmişler. Kim “en büyük” ve “en iyi yalan”ı söylerse, ödülü o alacak!..
Kukla Pinokyo, “şansımı bir deneyeyim” demiş ve gitmiş, katılmış yarışmaya!..
Döndüğünde, yüzü al al, mor mormuş!.. 
Üstelik; iki gözü iki çeşme, hüngür hüngür ağlıyormuş!..
“Ne oldu?” demiş arkadaşları;
“Yoksa kazanamadın mı?”
Cevap vermiş Pinokyo;
“Kim ulan bu Kemal Kılıçdaroğlu?.. 
Nereden çıktı bu adam?..

28 Mart 2015 Cumartesi

Kanayim deme


Osmanlı’nın son zamanlarında iki Sürmeneli, yaylaya gidiyorlarmış. O sırada aynı zamanda Ramazan’mış. Sürmenelilerden birisi, o yaz sıcağında yayla yolunda oruç tutmanın güçlüğünü düşünerek o gece sahura kalkmamış. Orucu kazâ etmeyi kararlaştırmış. Ramazân-ı Şerif’e toptan niyetlenmeyip böyle her gün için müstakil bir niyyet ile oruç tutmak mümkündür. O da, bu şer’î cevâzı kullanmak istemiş. Fakat diğer arkadaşı, böyle birşeyi akıl edememiş. Birlikte yaya olarak yola koyulmuşlar. Trabzon yaylalarına çıkılırken yollarda çok güzel sular vardır. Buz gibi şarıl şarıl akıp gider. Öğle vakti böyle bir suyun başına gelmişler. Oruçsuz sürmeneli:
-“Arkadaş! Ben bu yayla yolunun meşakkatüni hesap ederek akşam sehura kalkmadum. Bugünkü oruca niyetli değilum. Sen ne yaptun. Ben yanima erzak aldum. Öğleyi yiyeceğum”.
Arkadaşı itiraz ettiyse de dinletemeyince:
-“Peki sen bilirsin” demek mecburiyetinde kalmış.
Oruçsuz sürmenli yemeğini yerken, diğer arkadaşını da teşvik etmeye başlamış.
“-Ula gel karnuni doyur. İç habu buz gibi sudan. Keyfune bak. Birgün oruç bozmak cinayet değildur ya!” demiş.
Oruçlu:
-“Ula sen deli misun? Bunun 61 gün ceza orucu var. Ben oni nasi tutarum?” deyince arkadaşı:
-“Hey akilsuz, bir sene sonra uc aylar kış aylaruna gelecek. Uç aylarun başinda oruca başlarsun. Remezen’a kadar oni tutarsın. Hem bir gün yerine 61 gün oruç yazilur defterine. Arkadasında da remezan orucuna devam edersun” diyerek arkadaşını ikna etmeye çalışmış.
Oruçlu bir müddet mukavemet ettiyse de teslim olmuş. Bağdaş kurup yemek yemeğe başlamışlar. Lakin arkadaşı aynı zamanda içki içen bir adammış. Oruca niyet etmediği için ramazan sayılmayacağı düşüncesiyle arka cebine rakısını yerleştirmiş. Belli bir zaman sonra içkisini çıkarıp arkadaşına:
-“Ula sen biliyisun ki ben habu zikkimu içeyirum. O ki ben bugün oruçlu değilum. buni içsam ne var?”
Arkadaşı itiraz ettiyse de yine biraz evvelki oruç bozdurma kullandığı cerbezeyi kullanıp onu susturmuş ve içkisini içmiş. Ama talihe bakın ki oradan bir jandarma müfrezesi geçiyormuş. Osmanlı zamanı aleni bir surette oruç yiyenlere şeriat icâbı yetmiş sopa dayak cezası vardı. İçki içenlerede aynı ceza uygulanırdı. İkisi bir arada yüzkırk sopa eder ki buna dayanmak bir Allah kulu için mümkün değildir.
Jandarmalar bunları apar-topar yakalayıp Sürmene’nin merkezindeki karakola götürmüşler ve Karakol kumandanı askerlere:
-“Bunlar alenen nakz-ı sıyâm etmişlerdir yani açıkca oruç yemişlerdir. Bunun için kendilerine yetmiş sopa vurun. Yetmiş sopa da içki içtikleri için hakkettiler. Eder yüzkırk. Hadi başlayın, bakalım!..” diye emredince, bu belaya sebep olan oruçsuz sürmeneli bir kurnazlık düşünmüş:
-“Kumandan! Sen bağa bu dayağı atturamazsun. Senin hükmun müslümanlara geçer. Ben Rum’um!”
Kumandan şaşırmış:
-“Sen müslüman değil misin?” diye sormuş.
O zaman şimdiki gibi herkes nüfus kağıdını cebinde taşımazdı. Zira nüfus kağıdı dosya kağıdı gibi birşeydi.
-“Peki senin adın ne?” demiş.
-“Dimitri” diyince kumandan pek inanamamış ve askerlerden birini çarşıya gönderip rum olan birisini getirmesini istemiş. Oruçsuz sürmeneli harika rumca bildiğinden adamlar şakır şakır rumca konuşurmuş. Bir kelime rumca bilmeyen kumandan böyle rumca konuşması karşısında:
-“Eh, peki sen kurtardın! Sen oruç tutmaya mecbur değilsin. İçki de sizin için serbesttir. Yapacak birşey yok sen git” demiş ve askerleri çağırarak ötekine yüz kırk sopa atmalarını emretmiş.
Bu suretle kurtulan sürmeneli arkadaşını kendinin ayarttığını düşünerek ona bir iyilik etmek istemiş ve demiş ki;
-“Kumandan Efendi! vallahi billahi bu müslümanın bir kabahati yok. Onu ben kandırdım. Senden ricam, oni bağa bağışlamandur.”
Kumandan itiraz edince demiş ki;
-“Ben müslüman olsam ,sen da beni müslüman etmenin sevabini kazanursun. Bu garibi bağa bağışlar misun?”
Bu teklif kumandanın hoşuna gitmiş ve kelime-i şahadet getirince, ötekinide serbest bırakmış. İki kafadar karakoldan çıkıp uzaklaşırken numaracı Sürmenli öbürüne demiş ki;
-“Ula eşşoğlu, gavur oldum kendimi kurtardum. Tekrar müslüman oldum seni kurtardum. Habu numara her zaman sokmez. Bi daha benum gibi birine kanayim deme!”

21 Mart 2015 Cumartesi

Bu insanlar ne yapiyor?


Hindistan’da 1.4 milyon öğrencinin girdiği lise sınavlarında, veliler çocuklarına kopya verebilmek için binalara tırmandı. Olayın görüntülerinin televizyonlarda yayınlanmasının ardından Hindistan Eğitim Bakanlığı, 600 öğrenciyi okuldan attı.

Bihar eyaletinde düzenlenen 10'uncu sınıfı bitirme sınavları sıra dışı görüntülere sahne oldu.
Velilerin çocuklarına kopya kağıtlarını ulaştırmak için dört katlı bir binaya tırmandığı olayların ardından açıklama yapan Bihar Eğitim Bakanı Praşant Kumar Şahi, "Velileri vursa mıydık? Her öğrenciye ortalama dört ya da beş kişi yardım ediyordu" dedi.
Bazı velilerin kopya kağıtlarından uçak yaparak pencerelerden içeri attığı sınavlar sırasında 20'den fazla veli gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı.

12 Mart 2015 Perşembe

DÖRT EŞİ OLAN TÜCCAR


(Kıssadan Hisse, Ya da Herkesin Dört Eşi mi Varmış!)
...
....
Eski zamanlarda dört eşi olan zengin bir tüccar vardı. En çok dördüncü eşini sever, onu görkemli elbiselerle süslerdi. Ona büyük titizlikle davranır, her şeyin en iyisini vermeye çalışırdı.
Tüccar, üçüncü eşini de severdi. Ondan her zaman gurur duyar, arkadaşlarıyla tanıştırırdı. Ancak onun başka bir erkekle gitmesi korkusunu hep içinde taşırdı. İkinci eşini de severdi. Her zaman düşünceli ve anlayışlı olan ikinci eşi, aynı zamanda tüccarın en yakın sırdaşıydı. Nitekim ne zaman bir sorunla karşılaşsa, ikinci eşiyle paylaşır, ikinci eşi ise her zaman onun zorlu dönemlerinden sıyrılmasına yardım ederdi.

Tüccarın ilk eşi ise, hep ona sadık kalmış, evin bakımı ve temizliği gibi sorumlulukları tümüyle üstlenmiş, eşinin işinde başarılı olmasında ve bu kadar zenginleşmesinde de büyük katkıları olmuştu. Ama tüccar, ilk eşini kadının ona karşı olan derin sevgisine rağmen sevmez, onu pek dikkate almazdı.

Bir gün tüccar hastalandı. Çok geçmeden öleceğini hissediyor, biliyordu. Hep sahip olduğu zengin hayatını düşündü ve kendi kendine şöyle dedi:

“Şimdi dört eşim var. Ama öldüğümde yalnız kalacağım. Ne kadar çaresizim!”

Sonra dördüncü eşine sordu, “En çok seni sevdim, en güzel kıyafetleri sana aldım ve sana büyük özen gösterdim. Şimdi ölüyorum, benimle gelecek misin?”

“Kesinlikle hayır” diye cevapladı kadın ve başka bir şey söylemeden öylece gitti. Bu cevap keskin bir bıçak darbesi gibi tüccarın yüreğine oturdu. Üzgün tüccar bu kez üçüncü eşine döndü: “Seni tüm hayatım boyunca sevdim. Şimdi ölüyorum, benimle gelecek misin?”

“Hayır” dedi üçüncü eşi de, “Hayat çok güzel. Sen öldükten sonra yeniden evleneceğim.”

Tüccarın kalbi bir kez daha kırıldı. İkinci eşine, “Her zaman yardımın için sana döndüm ve sen bana hep yardım ettin. Şimdi yine senin yardımına ihtiyacım var. Ben ölürken, benimle gelecek misin?” diye sordu.

“Üzgünüm, bu kez sana yardım edemeyeceğim” dedi kadın, “Sana sadece mezara kadar eşlik edebilirim.”

Bu yanıt, hasta tüccarın kalbine bir yıldırım gibi düştü; artık harap ve bitkin bir haldeydi…

Sonra bir ses duydu: “Seninle birlikte terk edeceğim. Nereye gidersen git seninle geleceğim.”

Tüccar, ilk karısının kendisine baktığını gördü. İlk karısı, yetersiz beslenmesi nedeniyle oldukça zayıflamıştı. Tüccar, ölüme gittiği şu durumda bile onun haline üzüldü, “Keşke” dedi, “Keşke sana daha iyi bakabilseydim!”

Aslında hayatta her birimizin dört eşi var:

Dördüncü eşimiz bedenimiz. Onun iyi görünmesi için ne kadar zaman ve para harcarsak harcayalım, öldüğümüzde bizi terk edecek.

Üçüncü eşimiz, sahip olduğumuz statü ve zenginliğimizdir. Öldüğümüzde, onlar da bizimle gelmeyecek hepsi başkalarının olacaktır.

İkinci eşimiz ailemiz ve arkadaşlarımızdır. Yaşarken ne kadar yakın olursak olalım, bize ancak mezarımıza kadar eşlik edebilirler.

Birinci eşimiz ise ruhumuzdur. Hayatımız boyunca zenginlik ve statü peşinde koşarken ihmal ettiğimiz ruhumuz… Biz nereye gidersek gidelim, bizi takip eden tek şey.

Bil ki onu yetiştirmek ve güçlendirmek için şimdiden daha fazla vakit ayırmak, ölüm döşeğinde hayıflanmaktan daha iyi bir fikirdir.

Evet bu dünyadan giderken sizinle birlikte gelecek olan tek şey ruhunuzdur, umarım ölüm gelene kadar ona ihtimam gösterir,adaletli dürüst ve iyi bir insan olarak oun güçlü ve temiz kalmasını sağlarsınız...
...
Kıssadan Hisse İçin Önemli Not: Türkiyede kanuni olarak çok eşlilik yoktur. Çok eşliliğinde imkansız olan adalet sağlama hususu vardır. Çok eşliliği önermiyoruz. Emrolan hususlar hariçtir. Buradan başka manalar üretmeyelim lütfen.)

4 Mart 2015 Çarşamba

Doktorda

Temel:
-Doktor be idrar yaparken cok agri yapayi
Doktor:
-Yanma varmidur?
Temel:
-Yakmayi hic denemedum

Burasi Amerika

Temel Dallas'daki kuzeni Dursun'u görmeye gitmiş. Dursun Temel'i havaalanında karşılamış. Beraberce dışarı çıkmışlar. Temel bir bakmış 10 metre boyunda bir limuzin! 
- "Uyyy, amma da büyük bu, daa!" Dursun hafifçe gülmüş.
- "Temelim burası Amerika! Burada her bir şey büyük!"
Yola çıkmışlar, Dursun'un çiftliğinin kapısından içeri girmişler. Git git bir türlü eve varamıyorlar. Temel şaşkınlık içinde:
- "Uyy, amma da büyük çiftlik daaa!" Dursun gene hafifçe gülmüş.
- "Temelim burası Amerika! Burada her bir şey büyük!"
Neyse, akşam olmuş, yemek salonuna geçmişler. Salonun ortasında kocaman bir masa. Bir ucunda Temel bir ucunda Dursun. Temel Dursun'u taa uzaktan zor seçiyor. "Uyy!" diye bağırmış.
- "Amma büyük masa, daa!" Dursun'un sesi gelmiş;
- "Temelim burasu Amerika! Burada her bir şey büyük!"
Yemekten sonra Temel'in tuvalete gitmesi gerekmiş. Dursun:
- "Temelim, alt kata in, soldan üçüncü kapı" diye tarif etmiş. Temel alt kata inmiş ama sol yerine sağdan üçüncü kapıya girmiş. Orası evin havuzunun olduğu yermiş. Her yer karanlık olduğu için Temel elektrik düğmesini ararken havuza düşmüş. Can havliyle bağırmaya başlamış:
- "Sifonu çekmeyuun!!Sifonu çekmeyuun!"

Muz yiyeyrum

Temel Karayemis agacina cikmis Muz yiyormus.
Dursun:
-La Temel naapaysun orda?
Temel:
-Muz yiyeyrum
Temel:
-Doktor dediki,"Meyveyi dalunda yeyecesun"
Dursun:
-Tamam eyude niye Karayemis agacunda yeyesun?
Temel:
-Eyiide,Muz yemek icun Ekvotarami gideydum!!!